16 Eylül 2008 Salı

“HOSSZU KAVE"


İnsan bazen ne hissedeceğini bilemez ya; coşku, histeriye kaçan heyecan, özleme sarılan mutluluk... Bugün her şeyden önce var olduğum, var olmayı bilebildiğim için öylesine mutluyum...

Budapeşte'nin Kale Bölgesi'ni gezerken her adımda varlığımı içime çektim çünkü. Her nefesim apayrı bir soluk, karıştı eskilliğe; o müthiş kaleye, Matyas Kilisesi'ne... Dokununca ahşap, koklayınca ahşap minik Macar dükkanlarına, ihtişam denilenin ne denli uçsuz ya da aslında tanımlanamaz olduğunu anlamamı sağlayan binalarına, çeşmelerine bakarken; parklarına, enli boylu Barok sokaklarına, caddelerine adım atarken öylesine yavaş hareket etmek istedim... Zamanı durdurmak, dünyayı durdurmak. Yaşamı tam o anda dondurmak; çünkü bir masalın içine çekilivermişim ansızın. Gökyüzüne seğiren kuleler, kulağıma çalınan flüt ezgileri.. Bir kaynaktan fışkıran tatlı su gibi; etrafı besliyor. Nedense bana üstattan "A Midsummer Night's Dream" i anımsatıyor her şey. Zaman denilen bozuma uğramış burada çünkü. Ve ben kale duvarlarından birine yaslanmış ne hissettiğimi tümüyle algılamaya çalışarak yüzümün iki parçaya ayrıldığını biliyorum sessizce; gülümse ve ağla... Burayı görmekten, burada uzun süre yaşıyor olacağımdan öylesine heyecanlanmıştım. Hayatımda da böylesi karma duygularla besleniyorum nicedir; her bir hücremi doyasıya hissetmek istediğimi anladığım günden bu yana düşünsel algılarım kapılarını istemsiz genişlettti sanırım. Ama Budapeşte'de geçirdiğim bu ilk haftam yaşamı nedense yeniden keşfediyor hissi verdi bana çoğunlukla. Nicedir aynı yerde kapalı kalmışlığın hesabı bu belki de... Elimi, yüzümü, onca yol tepen ayaklarımı yeniden keşfediyorum; kendime hep yeniden başlıyorum şu sıralar. Şehrin her sokağına girip çıkmakla daha da yakınlaşıyorum kendimle, Tuna'nın gözü Budapeşte'yle, şehrin insanlarıyla...

Ve bugün: Bir ülkenin, bir kültürün kenarında kalmayıp yakınına elini uzatabilmek. "Budapeşte Şarap Festivali-2008" bu özel kapıyı da araladı bana. Hayatımın en keyifli, en masum saatleriydi Royal Palace ve Kale Bölgesi'nde sabahtan gecenin hafif ayazlarına değin süren... keşfetmenin hazzına örtülü Festival. En masum... Tamamen yeniden doğmuş gibiydim çünkü; zihnimde ne tek bir düşünce, ne de bedenimde, ruhumda onca birikmişlik... Bir kültüre akıttım kendimi sadece; bilmedigim diline, kendime yakın bulduğum müziğine, geleneksel danslarına, renkli kıyafetlerine, çocuklarına, kadınlarına, adamlarına, yürüyüşlerine, salınışlarına, sevinçlerine, sarhoşluklarına...

Gece ansızın soğurken...ayaz, hafifliğini ağırlaştırıken, Kale'yi çepeçevre saran duvar diplerinden aşağıya öylece salınarak yürürken... birden bulunduğum noktada duruverdim ve şehir ışıklarının bana neler vaad ettiğine bakakaldım; bir yanımda The Chain Bridge-Zincirli Köprü bir yanımda ondokuzucu yüzyılın yaşayan gotik binası Parliament-Parlement Binası, köprüler, karanlığı delen görkemli kiliseler, kuleler, ayın yansıyan sarı-beyazına kesik "yeşilmişik" ince akıntılarıyla Tuna...Oracıkta, bulunduğum o noktada, geceden esen rüzgâr artık beni üşütürken sıcak bir yere girip geceyi “Hosszú kávé"--bildiğimiz yoğun, siyah sütsüz kahve- ile sonladırmak...kahvenin o yoğun ve buruk tadını... güzel tadını...

Evet, bütün bu güzelliklerin ardında...Bir yanım hafif de olsa buruktu; çünkü sen... sen de yanımda olmalıydın Aykut... Özellikle bugün.

Ama nasılsa göreceğiz... Birlikte....

6 Eylül 2008 Cumartesi

BUDAPEŞTE


Tanıştık...birbirimizle...

Kendimi, gri-beyaz zerrecik bir sabun köpüğü gibi hissediyorum Budapeste--Deak Ferenc Ter metro çıkışında. Hani kimseye değmeden öylece havada süzülüveren; kalabalık içinde kimseye değmiyorum çünkü; kimse de bana değmiyor sanki... Ama sonra sonra vakti gelince birinin ya omzunda ya alnında ya da burnunda eriyip gidiveriyorum; kimse farkında olmuyor. Ben bile fark edemiyorum varlığımı. Karışmış gitmişim farklı bir coğrafyada. Görece zaman, görece mekan. Hafif, çok değil ama, bir yabancılaşma hissi. Bunu tanımıyorum ama böylesi anlamlandırmalı diyor iç sesim bana...

Şimdi tek başıma farklı bir coğrafyadayım; Macaristan'da. Budapeste'de... Yaklaşık olarak bir sene... Cok istedim bunu; şu anki kariyerim icin gercekten bir sıçrama olacağına inandığım Kadın Çalışmaları(Gender Studies) okumak için... Uzun ve biraz da yorucu bir süreçten sonra... işte Budapeşte'deyim; yurt odamda, karşımda sarı ışıklarıyla önümde uzanan tren yolu...Yarım saatte bir geçen trenin kulaklarımda bıraktığı o eski gürültülü ses; sinir bozucu değil ama. Daha çok eski Türk filmlerini andıran bir sey; belki bir "Selamsız Bandosu gibi... Belki de içinden tren geçen Mungan öyküleri gibi...

Bugün tanıştım şehirle; Budapeste'yle... Sevdik birbirimizi galiba. En azından gözlerimin ve ayaklarımın şehri sevdiği kesin. Yüreğimin de bazilikalar ve kiliselerde çağladığı... St. Stephen'da bir düğüne şahit olduğu... Matyas Kilisesi'ne yarım saat hiç durmaksızın bakakaldığı... Jozef Atilla -Nador caddesi üzerinde okuyacağı üniversite adını ve kapısını görünce heyecanlandığı... Operett adlı küçük sevimli hediye dükkanında nedense her zaman olduğu gibi Venedik maskelerine... Sonra Macar bez bebeklerine düşkünlüğü, Beyoğlu İstiklal Caddesinin eski, ama gerçekten eski ve tadında, Markiz'ine çok benzer bir pastahanenin limonlu çikolatalı ev yapımı dondurmasına bayıldığı ve sonra onca saat yürümekten gerçek anlamda bayıldığı için Tuna'nın, evet çamurluymuş doğru, kenarında ayakkabılarını çıkararak ayaklarını sanki ilk kez görüyormusçasına oynatıp serin sularda dinlendirdiği... Orada kitap okuduğu...Sonra aynı şekilde geri yürüyüp, arada dayanamayıp gene ara sokaklara girip çıktığı, renkli kiremit, özellikle koyu kırmızı, damlı evleri, arada grifit- gotik binaları seyre daldığı... Nihayet, geldiği yönden yurduna doğru metroya bindiği ve en son da alışveriş yaparak yurt odasının yolunu tuttuğu... İşte yüreğimin "niçin bu denli heyecanlısın daha zamanın var" demesine karşı böylesine çağladığı; ama Kale Bölgesi'ne de yakında, çok yakında dediği; yorgun bir göz kırptığı...

Bugün tanıştım şehirle; Budapeşte'yle. Biraz kasvetli...Ama sevdik birbirimizi galiba...