26 Şubat 2009 Perşembe

"Elime Tutun"... Belleğin derinliklerinde, dilsizliğin cinselliğinde...

Elime Tutun, çevirmen Aslı Biçen’in ilk kitabı. Biçen bu ilk kitabında zihnimizin arka bahçesinde saklanan imgeleri farklı bir bakış açısıyla harmanlayarak su yüzüne çıkarıyor ve felsefenin, ruhbilimin, deliliğin, cinselliğin, dilin, özellikle de belleğin işleyişini irdeleyerek bir kadınla bir erkeğin karmaşık doğalarını açımlıyor. Elime Tutun, bir sözcük oyunuyla açılan ve temposunu son sayfasına kadar hiç düşürmeyen bir yapıt. Cinselliğini yitirmiş bir adamla kendi dilini yavaş yavaş kaybederek deliliğe sürüklenen bir kadının imkansız ilişkisi üzerine kurulmuş. Anlatının odak noktasında bir adamla bir kadın var ama sonsuzluğu, daimi derinliği simgeleyen deniz de baskın bir öğe olarak karşımıza çıkıyor. Cinsellik yoksunu adamla sözcük perhizine yakalanarak deliliğe adım adım yaklaşan kadın birbirlerini sevmeye çalışırken, onları aynı yaşam çizgisinde buluşturan Kadıköy-Beşiktaş vapur seferleri de gitgide cinselliğin, belki de cinselliksizliğin, deliliğin, belleğin çarpıcı, çarpıtıcı ve sarsıcı dönüşümlerine tanıklık ediyor. Bu tanıklık sürecine kadının kocası da eklenince, bütün bu sancılı yansımalar şiddetini ikiye, üçe katlıyor. Böylece sevişmesiz, yasaklı bir adam, kendi kurduğu ama sonradan denetiminden çıkan bir dille boğuşmak zorunda kalan bir kadın, cinsellik için kullanılan, hayatın bir yerine sıkışıp kalmış koca üçgeninde başlayan itişip kakışmalar, zihin oyunları, sayfalar boyunca sürüp gidiyor. Biçen sözcükleri, imgeleri öylesine derinlikli bir biçimde yoğuruyor ki, zaman zaman olayları, karakterlerin bellek işleyişlerini kavramakta zorlanıyoruz. Biçen’in düşünce biçimini ve imgelem dünyasını anlamaya başladığımızdaysa yazarın kaleminden dökülenler sanki daha yakına geliyor; önceleri bize biraz uzak ve soyut görünen eğretilemeler de zihnimizde tek tek anlamını bulmaya başlıyor. Sayfalar ilerledikçe Biçen bu kısa ama son derece yoğun anlatısında kalemini derine, hep daha derine batırmaktan çekinmiyor. Dilsizliğin dilini, deliliği, belleği, belleğin sınırlarını ve oynadığı karmaşık oyunları, cinselliği, cinselliğin kaybedilişini ve bunun yarattığı hezeyanları, histeriyi, tümünün sonucunda da ölümü anlatırken edebiyattan, ruhbilimden ve felsefeden de yardım alarak bu üçlünün derinliklerinde dolaşıyor. Bu yönüyle Elime Tutun’a salt anlatı demek haksızlık olur gibi geliyor bana. Yeri geliyor, yazarın “arka bahçesinde” saklananlar özyaşamöyküsü tadında dökülüyor sayfalara; yeri geliyor, yazar, yarattığı karakterler hakkında üçüncü bir kişi olarak keskin yorumlarını, gözlemlerini, çözümlemelerini sunuyor. Biçen sanki yıllardır zihninde biriktirdiği, hayatın üzerine yüklediği düşünceleri, anlamları, anlamsızlıkları, kıyıda yaşamanın yol açtığı sancıları, hatta cinselliği, dilsizliği, deliliği olanca gücüyle boşaltıyor kitabın sayfalarına. Sözcükler, imgeler umarsız bir biçimde sürüklenip akarken bir bakıma rahatlıyor yazarımız, üzerinden yük kalkmış gibi hafifliyor. Biçen’in farklı yaklaşımıyla şekillenen ve birbirini tamamlamak isteyip de tamamlayamayan karakterlerle okura sunulan bu anlatıda yaratılan dile de değinelim. Çevirilerinden aşina olduğumuz üzere Biçen’in dili son derece incelikli ve yapmacıklıktan uzak. Nasıl hissediyorsa, o yöne doğru çeviriyor kalemini. Bazen kalemi acıyla seğiriyor ve hüzünlü bir dille buluşturuyor bizi, bazen çılgınlığın tutsağı oluyor ve deliliğin pençesindeki bir akıl hastasının ağzından dökülenleri veriyor okura tereddüt etmeksizin. Fakat Biçen, samimi üslubuna karşın anlatısında ele aldığı konulardan dolayı yer yer kapalı bir anlatımı tercih ediyor. Sonuçta Elime Tutun için hem yazarın kişisel yolculuğunun, hem yaratılan sıradışı karakterlerdeki ruhsal sancıların, hem de dil, cinsellik gibi evrensel temaların belleğin penceresinden sayfalara dökümü diyebiliriz. Yazar bir sözcük oyunuyla başlattığı bu anlatımı gene bir sözcük oyunuyla bitirirken, bize de dilin gücüne bir kez daha inanmak düşüyor: “Elimi tut, Elime Tutun, elimden tut, elimde tutkun.”
Picus, Mayıs-2005'de yayımlanmıştır.

"Bittim ben Nihat"...

"Niye böyle Nihat, niye böyle be?"

Bu sözler "Süper Baba" dizisinin son bölümünde Fiko'nun yaşamı delicesine yumrukladığına dair... Yaşanmışlıklara, gönderilmemiş mektuplar salımındaki bütün yaşanmamışlıklara, arada kalmalara, evetlerin hayırlara, hayırların evetlere dönüşümlerine, tıkanmışlıklara, bir aşk öncesi ve bir aşk sonrası bütün duraklara dair...Can dostuna öylesine naif bir soru...Bir çocuk masumluğunda; gerçekten bilinmeyene dair bir soru: "Niye?" Niye be?" Ama öylesine hırçın bir haykırış... "Bittim ben..."Sözcüklerin bittiği yer. Edimlerin bitti yer... Orta yaşın ardından bakakalmak yalnzca...Sevdiğine tutuk kalmak. Necatigil ustanın dizleri aklımda: "Sevgileri yarınlara bıraktınız; çekingen, tutuk, saygılı..." Evet, nedense hep saygılı... Ona saygılı, buna saygılı ama kendine saygılı değil. Tutuk... Evet..Kendinden başka her seye tutkun ama kendine tutuk, kilitli... Sonrası.. Hayatın daha da kendisi...İki nefes daha ve ölüm... Çok gerçek. Her gün gibi. Hani şu an suratımıza çarpan kış rüzgârı gibi... Tüm duyuların uyaran bir alarm gibi.Ağzını açıp o sözleri dökememek. Nedense. Çünkü "Hayatın her duruma hakkı var mıdır" diye soran Rainer Maria Rilke gibi.. Çünkü hayatın her duruma hakkı var; her şeye... O kilden mucizeler yaratacak insan sanki. Başka çaresi yok ki... Sözlerden, edimlerden korkmamayı becerebilmek. Sonucu ne olursa olsun. Gitme diyebilmek ya da kal diyebilmek ya da her neyse. Zorlamadan, o kalıplaşmış hiyerarşiyi kurmadan... Kadın- erkek, erkek-kadın, kadın-kadın, erkek- erkek ya da erkek-kadın-erkek. Fark etmiyor çok da. "Gönül dostu" çizgisine inanıyorum ben daha çok. Gönül gözüne...İşin özüne... Diğer meseleler iyi, hoş ama... Hep bir ama'sı var... Diğerinde ise sadece hiyeraşiden, baskıdan uzak. Karşılılı etkileşimin, konuşmanın oldugu güneşli pazartesiler, salılar, çarşambalar... Ne kadar yetecekse artık. Sadece sözcüklere dökebilmek yüreği. Yüreğin dalglarını karşı tarafa geri verebilmek. "Akasya kokulu sabahlarımı geri verin" diyebilmek... " Geri verin zamanımı" diyebilmek... Sonra neredeysen orası olur işte masal. Masallara inanmayı bırakmamak; içindeki çarpık kodları çözsek de--biraz mizah burada; ah feminizmin yıllar yıllar boyuncaki dayanılmaz hafifliği! Çekirdekten yetişmek insanı mahvediyor!-- bir yanım masallara inanmayı sürdürmeyi seviyor. İnanmayı sevmeyi sevmek gibi...Sonrası, eğer aşk diye bir sey için konuşuyorsak burada...Nedense "Süper Baba"nın bu sahnesini günlerdir durmaksızın izliyorum. Sen çok yaşa e mi Şevket Altuğ! Nedense. Yara var mı? Bilemiyorum. Var belki de... Eskilere gömülü çok. Çok çok sonradan gelen bir cevap. Etkisi..

?
? ?

Her şey sorulardan bir üçgendi çokça zamandır. Ama artık değil. Çünkü gerçek sözcükleri yüreğe dökememek; zamanında. Zaman-mekan-insan'da yaşanılıyor her şey. Kaçıyor işte o an! Yıllar sonra geri gelse de... Bir yan, fevkâlede önemli bir yan, eksik... "Eksik bir şey mi var " diye sorası geliyor sonra, çokça. İtiraf edememek. O anın sarhoşluğu ama içinde ince bir sızı. "Niye? Niye be?" Zamanı geri döndürdüğünü zannetmek. "Unutma Bahçesi"ne elinde çadırlarla gidip kamp kurabilmeyi düşlemek. O düşün peşine takılmak ama aslında unutmak diye bir şey olmadığını görmek. Unutursa yavaşlar insan. Yavaşlarsa unutur. Düş insanı yavaşlatır. Yavaşlarsa insan... Yavaşlamanın yeni bir şeye başlamak olduğunu zannetmek. Her şeye yeniden başlamanın unutmanın hızını yavaşlattığını zannetmek. Sözlere, edimlere yeniden daha yavaşça, belki bu sefer daha kendince, daha bilinçle ne istediğini bilir gibi başlamak. Ve eskinin kendini öylece unutturduğunu zannettmek. Unutmak-yavaşlamak-unutmak-yeniden başlamak. Zor kavramlar, zor sözceler. Grifit. Ama çok kolaymış gibi yaşamak. Nedense."Süper Baba"'nın sonu mutlu bitiyor. Kal diyebiliyor Fiko. Kız kalıyor. "Çengelköy olur masal çünkü". Süper bir kahramanın masalı çünkü. Süperman-Süper Baba.... Gene feminist duyarlılığın dayanılmaz hafifliği! Hodri meydan diyesi geliyor mu bu insanın burada; "Süper Baba"'nın eril kodlarını çözesi geliyor mu insanın şimdi! Kız edilgen, erkek etken diye söze başlayası geliyor mu ya da kuşatıldığımız "heteronormatif" düzeni yeniden ürettiğimize dair neleri bulabileceğimze--dizide çok şey bulursuz bu konuda, ayrı konu şimdi-- ilişkin söze başlayabiimek. Bana göre, pek değil! Masallara inanmayı sevdiğimi sevdiğimi söylemiştim... Bazı "şeyleri" o pek mühim yapısöküme uğratmak, kodlarını yerle bir etmek istemiyor insan zaman zaman. Öyle kalsın istiyor. Naif. Bazen sorgulanmadan. Bazen Çengelköy masalı gibi. Dünya iyi bir yermiş gibi. İlkokul şarkıları gibi. Ya da "Dostlarım" (Sevinç Erbulak) şarkısındaki gibi...

"özgürlük uçsuz bucaksız bir ülke
sevgin ışık tutmazsa yolunu bulamam ki
mutluluk uzansam tutunacak kadar yakın
dostlarım olmazsa tadına varamam ki
hiç bir olay gerçek olmaz
dostlarıma anlatmadan
hiç bir sevinç tamam olmaz
sevenle paylaşmadan
masallar masal değil
sevgiyle anlatmadan
dostlar arasında bugün sevgiyle dolu yüreğim"...


Belki fazlasıyla gizemli bir hava, belki de fazlasıyla romantik? Her şey söylem üzerine kurulu değil mi zaten? Söylemin kendi aynamızdan yansıyan gücü. Çoğunlukla örülü düzene karşı koyan, kendi alternatif platformumuzu ya da direnişimizi de yaratan karşı bir düzlem. Ama bazen...Öylesine naif, olduğu gibi kalsın istiyor insan.

"Bittim ben Nihat"! haykırışının bedenimde yarattığı dalgalar gibi...

http://www.youtube.com/watch?v=FRHuIsHZd6c



Eşekarısı-Yurdanur Hocam'dan...

Eşekarısı

Yurdanur Salman


Eşekarısı zehirli iğnesini uzun zamandır kimseye ya da hiçbir şeye batırmadı. Bu nedenle içinde çok zehir biriktiğini tahmin edebilirsiniz. Bu kez işe giriştiğinde çevreye, bu arada size de biraz zehir sıçrarsa, bunun nedenini biliyorsunuz. Ayrıca dil, öykünme, yineleme, hızlı düşünme, kayma, sürçme, dolaşma gibi nedenlerle kaçak yaptığından, hepimize –bir katre de olsa– zehir düşmesi kaçınılmaz görünüyor. Ama biliyoruz, birazcık zehir bazen pan-zehir de olabilir. Haydi bakalım, şimdi zehir başına!Söz konusu muz olunca, bu maymunlar kendilerini tutamıyorlar... Biliyorsunuz, muzlar sık sık söze konu olurlar. Belgesellerde de, maymunların beslenmeleri açısından muzlardan söz etmek kaçınılmaz gibidir. İşte söz konusu muzlardan biri olunca –olgunlaşınca diye anlayınız, sözdizimsel olarak başka türlü anlamanıza izin verilemez– maymunlar kendilerini tutamıyorlar. Yani, maymunların denetim düzeneği, söz konu muz olgunlaşınca işlemez oluyor, değil mi? Belki de değil. Anlatılmak istenen, muz söz konusu olunca – muzu düşünecek olursak/muzu göz önüne ya da ağız önüne aldığımız zaman – maymunlar kendilerini tutamıyorlar. Eh, biz de dilimizi tutamıyoruz... Maymundan geldiğimiz çok belli değil mi?....ekonomimiz olsun, .... dış ülkelerle ilişkilerimiz olsun .... hamdolsun .... çok iyi durumda... Konuşmacı birşeyleri fena halde oluşturmaya çalışıyor. . . Oluşturduğunu sanarak ya da buna inanarak arada bir de birilerine hamdediyor. Ama iyi duruma getirdiği şeylerin bir listesini yapıyorsa, “Hamdi olsun”u ulamayla söylüyor da olamaz mı? Hangisi olursa olsun, bu bağlamda fark etmiyor artık, hamdolsun!....gerek.... olsun, gerek.... olsun...Neden gerek olsun? Gerek gerekiyorsa olsun olmasın! Ben bile zehirli iğnemi batırırken ekonomi ilkesini gözetiyorum. Yoksa bu kadar gereğin ortaya çıktığı bir durumda nasıl yeterli zehir olsun? Ya gerek .... gerek....ya da....olsun .... olsun olsun, neyimize yetmiyor? Dil kalıplarını bile bol keseden harcıyoruz, sonra gerek olduğunda elimizde bir şey olmuyor! Konuşmak için mi konuşuyoruz? Sözcükleri, kalıpları, dilbilgisi çatılarını boşa harcamak için mi? Böylece elimizde dilsel araç olmasın! Eşekarısı da gelsin bizi soksun! Eh, bu da bir seçim! Belki bu zehire tiryaki ya da şerbetlenmiş olanlar vardır! Olsun! Böylece eşekarısının zehirine de biraz gerek olsun.Türkiye’de hiç değişmeyen bir yara var.(bir haber bülteni)Türkiye’de bir yaranız mutlaka olacak, bu yara da zaman zaman değişecek. Yaralar bir yana, değişmeyen yaralar ne kadar da can sıkıcıdır! Hatta, yaranızdan canınızın sıkılmaması için, üstüne çeşitli maddeler uygulayıp o yarayı zaman zaman kaşımalı, değiştirmeli, geliştirmeli, azdırmalı, yaşatmalısınız. Ne de olsa Türk insanı yarasından sorumludur! Ama bir yara var ki o sürekli değişiyor, kılıktan kılığa giriyor. Hangi çareyi uygularsanız uygulayın, iyileşmiyor, büyüyor, azıyor, denetlenemez duruma geliyor! Eşekarısı zehiri uyguluyorsunuz, gene değişmiyor, iyileşmiyor, kapanmıyor, daha da beter oluyor? Ne yarası mı? Bildiniz! Elbette dil yarası ya da dil (gönül) yâresi bu onmaz yara!.... aracı firmalar aracılığıyla... Arada birşeyler eksik kalmamış mı sizce, Tanrı aşkına? Aracı firmalar aracılığıyla aramak, araya bir şey sokmak, arayı bulmak, arayı yapmak, arayı bozmak falan filan felan fişmekân gibi? Bir şeyin bunca kez yinelendiğini işitmek, gene de bir eksiklik ya da tam olarak anlatılamış bir anlamla karşı karşıya kalmışlık duygusu yaşamak insanı kendi dil ya da anlama yetilerinden kuşku duymaya sürüklüyor. Ne hakları var bizi bunca eksiklik, yetersizlik, anlayışsızlık duygusuna sürüklemeye? Oldu olacak, insan araya bir şey daha sokar da, art arda dizdiği sözcükler arasındaki anlam bağlantısını tam kurar, dinleyene –belki anlatanın kendisine de– hayırlı bir yardımda bulunmuş olur!....birlikte paylaşalım...Bunu ancak mafya üyeleri yapabilir ya da yapmalı... Vurdukları voleyi –tele-vole, uzaktan vurulmuş vole de olabilir bu– birlikte, herkes oradayken paylaşmazlarsa, üyelerden biri kaçak yapabilir, onun için sıkı denetlemek gerekir böyle paylaşmaları. Yani iş paylaşma olmaz da, payla-ma’ya dönüşebilir. Mafyanın paylama’dan çok, hatta paylaşmadan çok yararlandığını biliyoruz. Birinde biri birini paylıyor, öbüründe birşeyler payla-ş-ılıyor. Buradaki –ş–, işteşliği göstermeye yetmiyor mu, Eşekarıları’nın Tanrısı aşkına? O zaman birlikte paylaşmak, örneğin eğlenceyi, öğrenci, işçi vb. Birlik’inde paylaşmak gibi anlamlara gelmeli de, lafımız yerini bulmalı! Buradaki fazlalıktan gelen yanlışı benimle birlikte paylaşabildiniz mi acaba?....felsefik/coğrafik ...fik ...fik ...fik... (sizin için fık, fuk, fük de olabilir)Bu türden fik-fik-lemeler fena halde can yakıyor... Bir kere çok sivri uçları var... Sonra garip bir “sıfatlık” biçimleri var... Felsefî/coğrafî olsalar, Arapça sıfat olacaklar... Ekonomik/politik olsalar Fransızca sıfat olacaklar. Ama sonlarına bir –k taktıkları için yalnızca batıcı, fena halde acı verici, can ve beyin yakıcı oluyorlar. Benim iğnemin ucu da keşke bu kadar batıcık, incitik, zehirleyicik olabilse... Çok zorlarsam olabilir belki?Ortaya.... bir şey yapmak...Ortaya koymak... olabilir. Ortaya sermek... olabilir... Ortaya dökmek de... olabilir. Baklava tepsisini ortaya getirmek de olabilir ve çok iyi olabilir. Ama ortaya göstermek... ortaya sergilemek... nasıl olabilir? Bunu ortaya göstermedikleri için, ben de tam ortada bulunduğum için, gösterilen şeyi neden bir türlü göremediğimi hep merak ediyorum. “Salt çeşitleme üretmek adına ortalarda böyle başıboş dolaşılmaz,” demek geliyor içimden.Pek çok sektör sekte yedi.(TV programı)S-s uyumuna dikkat edin, yalvarırım. Ben sektör değilim, ama hiç sekte yemedim. Sektör olmadığım için mi hiç tadamadım şu sekte denen şeyi? Nemene bir tadı var acaba? Pek çok şeyin sekteye uğradığı ülkemizde, insanlar, firmalar, sektörler, Sekte’ye uğrayıp arada bir sekte yiyecek zaman da bulabiliyorlar demek ki? Eh, afiyet olsun, ya da olmasın. Her şey sizin iyi niyetinize ya da dil duygunuzun esnekliğine bağlı artık!Bu yıl vergiden 5 katrilyon gelir... (gazete başlığı)Gelir mi, gelmez mi? Birisi hesabını yapmış, tahminde bulunuyor, gel-mek fiilini geniş zamanda çekerek bu tahminini bize iletmeye çaışıyor. “Gider” de deseydi aynı dilbilgisel açıklamaya ve anlama varacaktık. Evet, gazete başlıkları kısa ve özlü olmalı, ama anlatmak istediğini kısa yoldan ve eksiksiz anlatmalı. Haberin altını okuyorsunuz: Aaa, meğer bu “gelir”, geniş zamanda çekilmiş fiil değilmiş de, admış. Yani bu yıl vergiden 5 katrilyon “gelir” sağlanacakmış. Bu sağlamayı okurun yapması bekleniyor; gazete demek istediğini tam anlatamıyor. Ben de o gazeteyi, doğrusu, ilk elden doğru haber almak için değil de, kedilerime tuvalet kâğıdı yapmak için kullanıyorum. Bu durumda, kendi iğnemle kendimi sokmam gerekiyor ama ben bu zehirlenmeye dünden razıyım. Birilerinin bunun cezasını ödemesi gerekiyor çünkü!... ‘nın olmalı mı, olmamalı mı? Ya da ne zaman olmalı, ne zaman olmamalı?“Çocuk ve annelerin...” Böyle deyişleri okuyunca ya da duyunca, başlıyorum dört işlemden toplamayı uygulamaya. Neden mi? Hiç bilemiyorum ki kaç çocuk olduğunu! “Çocuğun ve annelerin mi?” “Çocukların ve annelerin mi?” “Ne fark eder?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama inanın bana bazen tek çocuk ya da çok çocuk olması çok fark ediyor! “Çocuk”un düşürülmeyeceği zaman var, “çocukların” düşürülmeyeceği zaman var, “çocuklarının” düşürülmeyeceği zaman var! Aynı mantıkla “nın”ın düşürüleceği zamanlar var, düşürülemeyeceği zamanlar var. “Delirdin mi?” diyebilirsiniz. Başkasının yapması gereken hesapları ben yapmak zorunda kaldığım ve hesabı doğrultamadığım zamanlarda, delirmenin eşiğine geliyorum ve iğneme hâkim olamıyorum!


Kitap-lık, Sayı: 63 / Temmuz 2003