8 Kasım 2008 Cumartesi

"Ç.E.V.İ.R.M.E.N" SEVGİLİ YURDANUR HOCAM'DAN....

“Ç.E.V.İ.R.M.E.N.”

NE DEMEKTİR?

Ağır Bir Soruya Hafif Bir Yanıt

Yurdanur Salman

Ç- Çile Demektir

Çevirmenler çileci kişilerdir. Genlerine mazohistlik karışmış olmalıdır. Okuma-anlama, yorumlama, yazma konusunda - bazen - üstün beceriler geliştirmiş olmalarına karşın, ömür boyu zevkle okuma, yorumcu olma, yazarlık yapma gibi daha doyurucu uğraşları seçmezler de, başkalarının ürettiği metinlerle uğraşıp durmak gibi - pek de akıllıca görülemeyecek - bir uğraşı seçerler. Bu seçmeyi neden yaptıklarını, çevirmenlere ancak kendileri - ya da ruh doktorları - açıklayabilir.

E - Emek Demektir

Emeklemek olarak da anlaşılabilir bu. Çünkü çeviri becerisini elde edebilmek için uzun süre yerlerde sürünmek, sayfaların üzerinde emek-le-mek gerekir. Çeviri uğraşının ne denli büyük, uzun süreli, acılı, sancılı - sonunda hep eksiklik ve yetersizlik duygusu bırakan - bir emek harcaması olduğunu ancak, bir sayfa bile olsun çeviri yapmayı deneyenler bilir. Uzun metinler, kalın kitaplar, yaratıcı yazılar çeviren - deviren değil!- çevirmenlerin bunu nasıl ve neden yaptıklarına hep şaşmak gerekir. Toplumsal düzenimiz içinde her emeğin, olumlu ya da olumsuz bir ödülü olması gerektiğine göre, çevirmenler için de belki okurlarının hayır dualarına gereksinme duyan emekçiler ya da kendilerini bilgiyi ulaşılabilir kılmaya adamış Tanrı kulları olarak bekledikleri - ve bazen belki buldukları - bir ödül vardır kendilerince. Yoksa, güzelim emekleri boşa gitmiş demektir.

V - Vasıta/Aracı Demektir

Çevirmen, vasıta/aracı olmayı seçmekle, gene alçak - ama çok alçak - gönüllü davranmaktadır. Atasözü “Alçak eşeğe herkes semer vurur,” der, ama kendilerini bilen çevirmen o tür alçaklardan değildir. Her yayıncı çevirmene istemediği kitabı çevirtemez. Çevirmen etinden kanından damıtacağı, güzel aklından süzeceği metinleri kendisi seçer, kendince yorumlar ve başka bir dilde - organik olarak - yeniden örer. Bu aktarma/iletme/kotarma işine beyninin hücreleri, hücrelerinin çekirdekleri, DNA’ları, akıllı genleri dörtnala koşarak katılır. Katılmıyorsa, çevirmen iyi bir vasıta/aracı/iletken olamamış demektir. Yazın çevirisi yapıyorsa, çevirmenin eski hücrelerindeki kayıtları tam kapasite kullanması, sinir uçlarını daha da uzatması, titreşimlerini arttırması, arada bir delirmesi ya da delirmeye yaklaşması, ama hemen sonra aklını yeniden başına toplaması gereklidir. Yazarlar ve şairler zaten normalin dışına taşmış kişilerdir. Aynı taşkınlığı yakalayabilmek, ama milimetresine dek ayarlayabilmek, aşırı taşkınlığa kaçmamak, azımsanacak beceriler değildir. Çevirmen de o yazar, o şair ölçüsünde oyuncu, yaratıcı, çılgın, renkli, aykırı, ölçüsüz, ince ayarlı, coşkulu, bazen de numaracı (?) olabilmek ister istemesine, ama haddini bilmek zorundadır. Vasıta vasıtadır: Vasıtalığının ölçüsünü bilmek durumundadır!

İ - İş Ama Çok Zorlu İş - Demektir

Çevirmenlerin işi hiç bitmez. En iyisi bu işe hiç başlamamaktır, ama çevirmen - her nedense ya da her nasılsa - başlamıştır bir kez. Yazar tek bir metinle uğraşır; belki metnini yeniden yazar, kısaltır, uzatır, değiştirir; metin onun tekelindedir, kafasındadır, elindedir, metnini istediği dozda ayarlama, istediği yerde kesme, istediği dönemeçten istediği hızda ya da ya da kopuklukta döndürme özgürlüğüne sahiptir. Çevirmen - isteyerek seçmişse - yazarına bir yandan sevgi duyar, özenir; bazen de kızar; gene de büyük bir saygıyla yaklaşmak zorundadır ona!

Çevirmen, kölesi olmadan izlemek zorundadır yazarını. Tanımak, bütün yapıtlarını okumak, o yapıtları açıklamaya yardımcı olacak kaynaklara başvurmak zorundadır. Zaten özgün dili öğrenebilmek için yeterince çile çekmiştir gençliğinde. Şimdi de o yazarın, o yapıtın özgün dilini çözmek için daha çileli bir yola girmiştir. Kendi metnini - ürke ürke - üretmeye girişir. Bu ilk çekiştir - derin bir iç çekiş de olabilir bazen elbette! Biçem yakalanmamıştır, anlam tam çözülememiştir, titreşimler aynı incelikle aktarılamıyordur! Ara vermek gerekmektedir; hava dağıtmak gerekmektedir. Hava değişimi bile gerekebilir bu aşamada! Neyse, başlanmış işi bitirmek, ama mayayı da tutturmak gerekir. Bütün bunlar çevirmenin, kimsenin anlamadığı, belki tahmin bile edemediği dertleridir. Bu arada çevirmenin benzi iyice sararabilir; bunu ancak onu çok sevenler - belki annesi, sevgilisi, can dostları falan - fark edebilirler. Bu gibi dertler içinde çevirmen başladığı metnin çevirisini, birkaç yazımdan, binlerce düzeltmeden ve ince ayarlamadan sonra, ama her zaman başlangıçta tahmin ettiğinden çok daha uzun bir sürede tamamlar. Yayıncısına teslim ederken - hiç kurtulamadığı “eksiklik” duygusu nedeniyle - boynu biraz büküktür, özür diler gibidir. Yayıncı da bunu hemen sezerek çevirinin telif hakkını düşük tutma ya da çeviri ücretinin ödenmesini erteleme fırsatından yararlanır. İşte çeviri, çevirmenin başına, metni çevirmenin getirdiği o zorlu işin dışında böylesi işler de açar. Evet, çeviri çok zorlu bir iştir!

R - Rahatsızlık Demektir

Bir çeviriyi tamamladıktan sonra çevirmen rahatlama isteği duyabilir, çünkü yorulmuştur, ama - çevirisine ilişkin olarak - içini hiçbir zaman bir rahatlık duygusu kaplayamaz. “O sözcüğü kullanmasaydım”, “O tümceyi öyle bitirmeseydim”, “Keşke son paragrafı daha vurucu kılsaydım”, “Kahraman iç çekerken ‘of’ sözcüğünü dört yerine beş ‘f’ koyarak yazsaydım”, “Küfürleri pek fazla sansür uygulamadan kullansaydım”, “İngiliz mizahının dozunu Türk mizahının dozuna çıkarmasaydım”, vb. vb. gibi pişmanlıkların getirdiği rahatsızlıkla günlerce dertli dertli dolaşır. Basılmış metni eline aldığında, ‘of’u yazarken kullandığı dört harfin, ikiye indirilmiş olduğunu görünce intiharın eşiğine gelir, ama bütün bunları her nasılsa atlatır... Hatta aynı yazarın ikinci bir kitabını çevirmek için aynı yayınevince ikna bile edilebilir. Bu da hiç anlaşılabilir bir şey değildir. Çevirmenimiz iyice rahatsızdır gerçekten!

M - Marifet/Beceri Demektir

Çevirmenin bir “dil canbazı” olması beklenir. Canbazlık, canıyla oynamak anlamına geliyorsa, çevirmen gerçekten canını tehlikeye atmaktadır. Uzun ve derin anlamlı metinlerin içine dalmak gözüpeklik ve çeşitli marifetler, beceriler edinmiş olmayı gerektirir. Bu marifetler, tıpkı derin sulara tüpsüz dalmayı öğrenmek gibi yavaş yavaş, sınaya deneye, düşe kalka, canını dişine taka taka edinilmiştir. Çevirmen bu marifetleri geliştirmemişse, gereken düzeyde edinmemişse, metnin derinlerinde ya da sığlarında boğulması işten - onun işlerinden biri - bile değildir. Bu gibi nedenlerle boğulan - yazarını da boğmuş olan - pek çok çevirmen vardır ama onların, üstünde adları yazılı mezarları olmadığından kimse ruhlarına hayırdua - ya da başka bir şey, hele hele anlamsızlıkta boğdukları metinlerden parçalar - okumaz, Marifetlerini geliştirmiş, bilemiş olan çevirmenin çevirilerini okumaya doyum olmaz. Bir çevirmenin geliştirebileceği üst-marifet ya da meta-beceri, mayayı tutturup tutturamadığını bilebilmesi, kendi pişirdiği aşın tadına - kayınvalidesinin bakacağı gibi acımasızca - bakabilmesidir!

E - Er-iş-mek Demektir

Her iyi şey sabır işidir, ama çevirmenlik - özellikle de yazın çevirmenliği - “Ya sabır!” işidir. Tıpkı Sisiphos’u, taşı yeniden tepeye çıkarmak üzere, bunun bilinci içinde aşağıya inerken takdir ettiğimiz gibi, çevirmeni de - hangi haklı ya da delice nedenle olursa olsun - başından kalktığı metnin çevirisine yeniden dönerken takdir ederiz. O kararlıdır, yazgısını kendisi seçmiştir, ermiş sabrıyla çalışması gerekir - zaten yazarın metnindeki gerçeklere, biçemin dozuna, dilin binbir oyununun işleyişine ve 99’uncu sayfaya yeni ermiştir - ayağı daha yeni suya ermiştir! Bu noktada bu metni bırakmak ya da sabrı, emeği, çileyi gevşetmek olmaz. Bu bilgiye birinci kitapta erişmek o kadar da kolay olmamıştır, ama ikinci, üçüncü, dördüncü kitaplarda çevirmenin kendisiyle ilgili olarak hikmetine erdiği gerçek şudur: “Bir kere yaptım, bir daha yapabilirim. Belki daha da kolay yapabilirim. Ne de olsa bu işin nasıl yapılacağını, en çözülmez görünen kesimlerin yeterince uğraşınca çözülebilir olduğunu, bitmeyecek gibi görünen uzun metinlerin bir gün gelip bittiğini yaşayarak gördüm. Bu da bana yeter! Bu metnin de sonuna er-iş-ebilirim.”

N - Neden Demektir

Bazı kişiler, “Neden çeviri yapmayayım, dil biliyorum ya!” derler. Yayıncıların çoğu yabancı dil bilenlere, “Neden - bize! - çeviri yapmıyorsunuz?” derler. Bazı çevirmenler de en son kitaplarını teslim ettikten sonra bile kendilerine, “Neden çeviri yapıyorum ben?” diye sorarlar. İlginç olan soru - anlamsız gibi görünse de - bu sonuncusudur, çünkü insanın giriştiği anlamlı ya da anlamsız işleri, uğraşları zaman zaman - iş işten geçtikten sonra bile- sorgulamasında yarar olabilir. Çevirmen, “Neden çeviri yapıyorum?” sorusunun yanıtını kendine hiçbir zaman açık seçik veremeyecektir, ama onun yanıtlaması beklenen başka bir soru vardır: “Nasıl/Ne kadar/Ne ölçüde iyi çeviri yapıyorum?” Elbette burada “iyi çeviri”yi belirleyen ölçütlerin ne olduğu sorusu akla gelebilir. Bu ölçütleri saptayabilmek son derece güçtür. Çeviri kuramı ne derse desin, bu sorunun yanıtı çevirinin okurunda gizlidir. Kitabın kaç okura ulaştığı, ulaştığı okurların neresine ne kadar ulaştığı da bilinemez. Bu nedenle de çevirmen bir yandan çileli uğraşını sürdürürken kendine, “Neden çeviri yapıyorum ben?” sorusunu sorup durmadan edemez.

Yurdanur Salman-2002


2 Kasım 2008 Pazar

KURMACA YAZIN VE KADIN


Edebiyatta, yazın dünyasında kadın imgelerinin ya da gerek erkeklik gerekse de kadınlık kurgularının esas olarak daha çok erkek yazarlar tarafından oluşturulduğu geçmiş zamanlardan bugüne dek gözlemlenen bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gözleme dayanarak da yazın dünyasında kadın yazarların niceliğinden söz etmek bu bağlamda zor görünen bir olgu haline gelmiştir çoğu zaman. Zira, ataerkil bir dil düzeninin içinde yaşamak, edebiyatın nesneleri olan kadınlar için ayrıca bir sorun teşkil etmiştir. Aklın özerkliği, nesnel doğrunun üstünlüğü, nesnel gerçeklik üzerinde giderek aratan egemenlik, kadınların akılla değil doğa ile özdeşleştirilmesini de meşrulaştırırken, kadınları edebiyatın öznesi haline gelmelerini de güçleştirmiştir. Ancak, tarihte 18 .yüzyılda kadın erkek rollerinin toplumsal tanımlamalarının kadın açısından gerçekte ne demek olduğunu anlamaya, bir açıdan da anlatmaya yönelik bir kadın hareketinin oluşmaya başlaması her daim söz edilen erkek/akıl, kadın/doğa ikiliklerini de kırmaya başlamıştır hiç şüphesiz. Dolayısıyla kadınlar, yüzyıllar geçtikçe toplumun ve dolayısıyla edebiyatın hem nesneleri hem de ciddi bir biçimde özneleri haline gelmiştir. Ancak kadınlar için, politika, sosyal yaşam, sanat alanında kadınlık ve erkeklik kurguları açısından birçok tehlikeler ve tuzaklar bulunduğu gibi edebiyat alanında da tehlikeler ve tuzaklar kaçınılmaz olmuştur. Ne vark ki kadınlar bütün bu karşıtlıklara, kıstırılmışlıklara, tehlikeler ve tuzaklara gene yazarak cevap verirken kendilerine has özel bir yazın türünü de beraberinde getirdikleri, ataerkil ideolojiyi kırma çabasının yazın yolundan geçtiği de pekâlâ öne sürülebilir.

Öncelikle yukarıda söz edilen ataerkil ideolojiyi kırmanın temelinin 18. yüzyıla dayanan bir çabanın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Zira 18. yüzyıla değin kadının yerinin evi, salt ev işlerinin alanı olduğuna ilişkin evrensel bir inanç hakimliğini korumaktaydı. Sanayi devrimiyle birlikte erkekler fabrikalarda yani hane dışında çalışmaya başlarken kadın da daha ziyade eve mahkum edilmekteydi. Böylece kamusal/özel ayrımı da yoğun bir biçimde belirginleşmiş, toplumdaki sınırları belirlemişti. Ancak, 18. yüzyılın eşitlikçi olmakla birlikte erkek merkezli ideolojisine ilk kez 1845’de Margaret Fuller, Woman in Ninteeth Centruy- On dokuzuncu yüzyılda Kadın- adlı kitabından ilk kez bağımsız bir kadın kültüründen söz etmekteydi (Kadınlar Dile Düşünce, 2004: 23). Ona göre kadınlar içlerindeki cevheri işlemeliydiler. Ardından, 19.yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde kadın hareketi, bir her döneme göre giderek ivme kazanmakta ve eşit haklar kavgasına hep bir yenisini daha eklemekteydi: Toplumun her parçasına - aile, yönetim, politika sanat, edebiyat - son derece baskın biçimde hakim olan erkek egemen toplumu etkileme; hatta onu dönüştürmeye yönelik sistemli bir çaba.

Bu noktada aslında feminist eleştiri kavramını da kısaca irdelemek ayrıca önemlidir. Zira, ataerkil bir dil içinde bir nevi hapsolan kadınlar için, sözü edilen ataerkil dil düzeninin değiştirme sürecinde en yetkin araçtır yazın. Feminist bir yazın anlayışı da, edebiyatın içerdiği çeşitli ataerkil tuzaklar karşısında yepyeni bakış açıları kazandırmayı amaç edinmektedir. Dolayısıyla, eşitlikçi düşünceyle kadın hareketlerinin başlangıcına ilham veren 18. yüzyıldan itibaren, kadının erkeğin karşı kutba yerleştirdiği “öteki” olarak nitelendirilmesini irdeleyen, sorgulayan ve farklı bakış açıları ortaya koyan bir eleştiridir feminist eleştiri. Feminist eleştirinin, edebiyat eleştirisine asıl katkısı ise, yazın eleştirmenlerini “kadın imajı” kadınlık ve erkeklik kurguları” üzerine eni konu düşünmeye, bu konuya farklı pencerelerden bakmaya zorlamak olması. Buna göre değişik feminist yaklaşımlar, gerek kültürel olarak belirlenen kadın, gerekse kültürel olarak belirlenen erkek rolleri ve bu rollerin yazın metni üzerindeki izdüşümlerini incelemiş, sanat yapıtı açısından bu izdüşümleri eleştirel bir yaklaşımla sorgulamışlardır bugüne değin. Örnek olarak, Sandra M. Gilbert ve Susan Gubar’ın Madwoman in the Attic-Tavan arasındaki Deli Kadın- adlı yapıtı 19. yüzyılın farklı bir geleneğini ortaya çıkarmıştır: Kadındaki yazarlık korkusu. Gilbert ve Gubart, kadın sosyalizasyonunun kadının yaratıcılığına yaratıcılığına nasıl yansıdığını şöyle açıklamıştır: “Kadını, melek gibi davranmadığı takdirde canavar gibi gören bir toplumda, melek olmadığını bilen kadın kendini canavar gibi görmek ya da bu bilincin suçluluğuyla bir sürü hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmıştır. Histeri, anoreksi… Bu hastalıklara kadın romanlarında sıkça rastlanır.” (Kadınlar Dile Düşünce, 2004: 24-25)

Dolayısıyla yavaş yavaş etkinliğini arttıran feminist eleştirinin asıl amacı zaman geçtikçe daha da net bir tablo ortaya koymaya başlamıştır: Cinsiyet rollerinin yazında nasıl kurgulandıkları ve gerçekte nasıl kutuplaştığı ve erkek egemen ideolojilerin yazın yapıtında nasıl şekillendiği ve kadını nasıl, nerede konumlandırdığı ve bu ideolojilerin ve kurguların da gerçekte kadın için ne ifade ettiği, yazıda nasıl yeniden doğru okumayla değişiklik göstereceği son derece ciddi bir inceleme alanı olmuştur. Artık edebi gelenekleri oluşturan ve yazında kilometre taşları sayılan klasikler, klasiklerin çevirileri, sanat yapıları yeniden incelemeye alınmış, bütün imgeler tersyüz edilip yeniden yorumlanmaya açık hale getirilmiştir. Kolodny, 1980’de yazdığı makalesinde aslında bu yeni feminist eleştirinin de çıkış noktasını belirlemişti bir bakıma. Kolodny’in üç saptamasına göre; “ Edebiyat tarihi keyfidir, hatta bir kurgudur. Metin okuma yöntemleri bu kurguyu sürdürmemiz üzere bizi koşullandıran yöntemlerdir. Bu yüzden gerek eleştirel değerlendirmeler gerekse bu değerlendirmelere dayandırılmış “temel okuma” listeleri keyfidir.” (Dancing Through the Minfield, 1980). Dolayısıyla, feminist eleştiri kadın hareketiyle ve aslında daha sonra postmodern- yapısalcı hareketliyle birlikte koşut olarak gelişmiş ve yazında yepyeni açılımları, kadınlık ve erkeklik kurgularını gerçekte tersinden de okuyarak yepyeni yorumları beraberinde getirmiştir. Sonunda da bağımsız kadın eleştirileri pratiği ortaya çıkmıştır. Buna göre, feminist estetiğin mutlaka kadın yaşantısına ilişkin gerçekler üzerinde yükselmesi öngörülmüş, kadın yaşantısının, özel olan deneyimlerin ve ilişkilerin radikal feministlerin de dile getirdiği gibi “Kişisel olan politiktir” den yola çıkılarak ortaya konulması farklı yazın geleneklerine ve okumalarına yol açmıştır.

Bu noktada aslında feminist eleştiriyle beraber kadın edebiyatı kavramının da gerçekten var olup olmadığını da önemli bir soru olarak kendini ortaya koyvermiştir bile. Yazar kimliği, doğası gereği aslında yalınkat bir insan değildir. Yazarın varlığı katmanlı birçok kimliğin bileşkesidir. Bu noktadaysa yazar olarak kadınlara ait bir alt kültürün olup olmadığı ve beraberinde bir kadın edebiyatından söz edilip edilememesi de ayrıca önemlidir. Erendiz Atasü’nün şu sorusuyla birlikte aslında kadın edebiyatının neden var olması gerektiği okurlara ipucu da verecektir gerçekte: “Erkekler kadın yaşantılarını paylaşmayı reddettikleri sürece, kadın gövdesinin maddesel koşullarının ve geleneksel kadınlık rollerinin dayatmaları elbette ki kadınlara mahsus bir psikolojik ortam -ortak duyuşlar, sezişler, düşünceler, kanılar, bakış açıları- yaratacak ve bu ortam kendi ifade biçimlerini bulacaktır. Kadınların erkek yaşantılarını paylaşmaları, örneğin meslek sahibi olmaları elbette onları değiştirir; ama değişen kadın hayatının genişleyen akışını kesecektir değişmeyen hayat biçimleri! Peki, bu engellenme kadınları nasıl etkileyecektir?” (Dünya Kitap, 2001). Bu soruyla birlikte, kadınların yıllar boyu erkek yazar-kadın okur ikileminin içinde hapsoldukları da göz önüne alınırsa, kadınların bu ikilemi kırma sürecinde, kendilerine dayatılan “öteki” ya da “alttakiler” kavramlarından yazın ile kurtulmaları da çok geçerli, bilinçli bir yol olarak nitelendirilebilir. Zira kadınlar, kadın kimliği ve kadın olma deneyimiyle duygulara, duyarlıklara, deneyimlere ve kültür birikimine çok farklı sesler, tınılar getirmektedir. Kadın olarak yazma, ataerkil dil yerine kendi kadın dilini yaratma Atasü’nün yukarıdaki sözlerini; kadınların ortak duyuşları, sezişleri, bakış açılarını paylaşarak bir alternatif dünya yaratma ile koşut gitmektedir elbette. Dolayısıyla, kadın okur- erkek yazar ikileminin kırılma noktasında, kadının bir yazar olarak ataerkil toplumda var olabilme ve hatta ataerkil toplumu dönüştürme sürecinde kadın edebiyatının varlığından da söz etmek bu bağlamda mümkün görünmektedir.

Bütün bunlar ışığındaysa, çağdaş yazında önemli iki kadın yazarın; Latife Tekin’in Gece Dersleri ve Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı yapıtlarına bir kez daha bu mercek altında bakmak kurmaca yazın ve kadın konusu üzerine alternatif bir düşünme tarzı geliştirebilmek açısından hatırlı sayılır bir öneme sahiptir.

Latife Tekin ve Gece Dersleri
Latife Tekin Türk edebiyatına önemli yenilikler getirmiş bir yazardır. Özellikle 1980 sonrası Türk edebiyatında son derece önemli bir yere sahip olmuştur. Değişik üslubu ve yaklaşımıyla, okurları farklı dünyalara çekerken bir kadın yazarın da korkularını, açmazlarını, sancılarını yansıtmaktadır eserlerine. Tekin, 1986’da yayımlanan Gece Dersleri adlı kitabında, Sekreter Rüzgar kod adlı Gülfidan’ın bir politik örgüt içerisinde kadınlığının-kadın olarak birey olmak- politika ve toplumsal roller gibi değişken parametreler içerisindeki dinamiğini sorgulamaktadır. Tekin, aslında büyük ölçüde devrimi, bedeni, yoksulluğu, kadınlığı ve annesi arasında kalmış bir kadının parçalanmışlığını anlatmaktadır burada. Ancak,” kısacık bir romanın uzun şiiri” olarak nitelendirilen bu yapıt gerçekte alışılmış bütün biçimleri, yazın kurgularını tersyüz etmekte ve parçalanmış bir üslupla kronolojiyi de altüst etmektedir. Gece Dersleri, klasik kalıplarda değerlendirilecek bir yazı, bir anlatı değildir. Tekin’in kahramanı Gülfidan/Sekreter Rüzgâr’ın hayattan kopuşları, hayata tekrar bağlanması, her seferinde bir gerçeklikten ötekine savrulması, kendine yabancılaşması ama gene en sonunda kendine bir varoluş alanı açması ve kendince bir güce sahip olması klasik betimlemelere sığmayan bir biçemle sergilenmektedir. Güldifan, daha çocukken annesinin yasak aşkı ile tanışmıştır ve böylece hayattaki ilk yabancılaşması da kaçınılmaz olmuştur. Sonra, on sekiz yaşında bir kadın örgütüne katılarak militanlığa adım atmıştır, bu da onun yaşamdaki sancılı arayışlarının ilk basamağıdır aslında.

“On sekiz yılın taze fidanıydım. Adım da zaten Gülfidan’dı. Yan yana oduncularla eski yazlık sinema sokağında, küçük bir gece odasında toplaşmış kırk kadına karıştım. Kim olduğum sorulduğunda, kırk kadının gözlerinin içine duygulu bir kuşun resmini astım. Kuşun başını usulca yana büktüm. “Kadınların yalnız oldukları bir evden geliyorum,” diye inledim. Yaprakların ılık bir rüzgârın etkisiyle hışırdadıkları bir ilkbahar günü, öğleden sonraydı. Belleğimde saklı duran mahrem bir görüntüyü kırk kadının merak dolu bakışlarına uğradığımdan güneş ışığına çıkardım. Gece odasında toplaşmış oturanlar, soluk çırparak taş bir mutfakta kanayan parmağına ağlayarak bakan genç bir kadının solgun suretine eğildiler. Kömür karası saçlı annemin bir hayat boyu parmaklarını yüzlerce kez bıçakla kesip kanattığı, bir ucunu dişlerine taktığı renkli basma parçalarını kanayan parmaklarına ağlayarak sardığını anlattım.” (7)

Gece Dersleri, değinildiği gibi klasik bir anlatı değil. Bir kadının, hem kendini hem annesini hem de yaşamı arayışlarını iç monologlarla, iç diyaloglarla ve gerçekte bilinç akışıyla vermeye çalışan bir yapıt. Burada birlik denen biçimlerin hepsi neredeyse alaşağı edilmektedir. Sekreter Rüzgârın kongrelerde yaptığı konuşmalar, örgüt arkadaşlarına gönderdiği mektuplar, tek başına kaldığı zamanlardaki içsel monologlar, hayata ve militanlığa dair duyulan ikilemler kesinlikle klasik yazın biçimleri ile kaleme alınmaktadır.

“Dedi: Alık bir örgütçünün yaratıcı olmayan karamsarlığı çok can sıkıcı. Ruhun dikdörtgenimsi tahta kutulardan yapılmıştır sananlar, ne yazık ki davamızın karanlık bir tünele sokulduğu günlerde, bir sihirbaz edasıyla yeniden sahneye fırlamaktan kendilerini alamazlar….”
“Dedim: Çiy damlası gibi saydam yüzünün içi öfkeyle dolu Sevgili Başkanımız! Sizinle hayat bilgisi hayaletlerini, öte dünyaya küs giden develeri, nefret sözcüğünden ibaret elmas bir kütleyi konuşabilmemiz mümkün değil. Çünkü anlamaya başladık birbirimizi.” (51)

Gülfidan’ın hayattaki arayışları ve kopuşlarına bir örnek de onun 12 Eylül darbesiyle -yenilgisiyle- gene başını alıp gitmesidir. Ayrıca, militanlığa, örgüte ve de kürtaja karşı büyük bir savaş vermekte; bu sefer kadın olmanın farklı bir deneyimini yaşamak, çocuk doğurmak istemektedir.

“Elveda ey, bulutlara yazılı gündeminizden toprağa atlayıp intihar etmektedir maksadım. O kuş lastiği gibi demirden aletine doktorun bindireceksiniz beni, karnımdan cenazeler çıkartan kaynanam gibi, ölmek daha şeker. Doğurmak istiyorum bebeğimi, eli kırbaçlı küfürbaz cininizin izniyle. Siz annemin yeşil atlarının yüzüne okuyup üfleyin Kalinin’in fedakârlık defterini. Teklifinize uyup saplantılarımın gönlünü kıramam. İade ediyorum görevli kolluğum ile karton önlüğümü. (72)

Latife Tekin, rüzgâra kapılmış bir kadını bir kadın yazarın doğurganlıyla iç içe geçirirken, ideolojilere, belli kalıplara duyduğu öfkeyi yansıtırken hem zaman-mekan bütünlüğünü parçalamakta hem de cümleleri de kesin kurallara hapsolmaktan çekip çıkartmaktadır. Gece Dersleri gerek konusu, kadının bir birey olarak var olması ve kadının beden denetimi açısından gerekse sözcük oyunları, kuralsızlık, yapıyı tersyüz etme açısından bir kadın yazarın; Latife Tekin’in anlatısı olarak son derece yenilikçi ve başkaldırıcıdır. Bu özellikler de kadın edebiyatı, bir kadın yazısı yaratma çabasının izleri olarak görülebilir. Baskın olan ataerkil dili kırma ve feminist eleştirel bir gözle farklı üsluplarla onu yeniden yaratma, metinde kendi içine kapanmaya ve dolayısıyla sıradan değil yeni bir yoruma ışık tutmaktadır. Dolayısıyla, ataerkil bir dil tarafından yapılanan toplumun da yeni okumalara açık olmasıyla bir ölçüde dönüştürülebilmesi alternatif bir dünyaya doğru evrilerek gerçekte arzu edilen bir olguya göz kırpmaktadır.

Virginia Woolf ve Kendine Ait Bir Oda
Virginia Woolf, bir kadının “ben” sözcüğünden kastettiğiyle bir erkeğin “ben” demesi arasında gerçekten ciddi bir fark olduğunu söylemekte; bu iki “ben”in de çok farklı alanlara işaret ettiğini belirtmektedir. Zira, kadınlık deneyimleri, ilişkileri ve yazın dünyasında gerek erkeğin gerekse kadının farklı biçimlerde ben demesi Woolf’un kastettiğini doğrular niteliktedir. Burada, gene kadın okur-erkek ikileminden yola çıkıldığında edebiyatta erkek olarak ben demek nitelik bakımından değilse bile nicelik bakımından elbette daha kolay görünmektedir. Virginia Woolf, işte bu noktada Kendine Ait Bir Oda’da tarihsel süreçte kadınların hayatlarından kesitler sunarak bir kadın olarak yazmanın, içindekileri dışa vurmanın zorluklarından, sancılarından bahsetmektedir. Woolf, tarihsel ilişkilerin kökenine inerek kütüphane raflarında gezinmekte ve kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi ortaya koymaktadır. Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan olan Kendine Ait Bir Oda’da Woolf temel bir düşünce sunmaktadır. Buradaki temel tezi bir kadının para kazanması, kendisine ait ayrı bir odasının ve boş zamanının olmasıdır. Woolf, kadınlara sadece “yazın” demektedir. “Erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” der Woolf. Kadının bir yazar olarak konumlanmasına dair pek çok ipucunu dile getirmektedir burada. Ancak bu konuya değinirken de kadın yazarların çok fazla cesaretlerinin kırıldığından, kadınların önlerine konulan engellerden da bahsetmektedir elbette.
“Büyük harflerle KADINLAR VE KURMACA YAZIN sözcükleri yazılmış yalnızca. Oxbridge’de yenilen akşam ve öğle yemekleri kaçınılmaz olarak ve ne yazık ki British Museum’a yapılan bir ziyaretle sonuçlanmak zorunda … Çünkü Oxbridge gezim ve yenen yemekler kafamda sürüyle soru oluşturmuştu. Neden erkekler şarap, kadınlarsa su içiyordu? Neden cinsiyetlerden biri öylesine varlıklı, öbürü ise yoksuldu? Yoksulluğun kurmaca yazın üzerindeki etkisi neydi?” (29)

“Çünkü görünürde her iki erkekten biri şarkı ve şiir yazabilirken hiçbir kadının bu olağanüstü yazın alanında tek bir sözcük bile yazmamış olmasının nedeni uzun zamandır çözümlenemeyen bir bilmecedir. Kendi kendime, kadınların içinde yaşadıkları koşullar nelerdi, diye sordum…” (47)

“16. yüzyılda üstün yeteneğini şiire dökmeyi denemiş bir kızın başkalarınca önüne çıkarılmış engellerin ve zorlukların altında ne kadar ezildiğini, öte yandan kendi çelişik güdülerinin etkisinde bir o yana bir bu yana çekilip acı duyduğunu, bu yüzden beden ve akıl sağlığını yitirdiğini bilmek için ruhbilimden bir parça anlamak yeterlidir.” (56)

Woolf’un aslında burada dikkat çekmek istediği ironik bir durum söz konusudur. Yukarıda betimlenen genç kadın aslında 16. yüzyıl İngiltere’sinde yaşayan Shakespeare’in kız kardeşi de olabilirdi. Ancak, bu genç kadın ne kadar yetenekli, yazın konusunda ne kadar hevesli olursa olsun eninde sonunda gideceği kapı mutsuzluk kapısıdır bir bakıma. Kadın yazar olarak ataerkil bir toplumda var olabilme çabası türlü mutsuzlukları, hezeyanları da beraberinde getirmektedir.

Kadın yazarların bu acıklı durumu, özelikle 19. yüzyılda ciddi bir biçimde düzelse de Woolf kadın olarak bir sanatçı zihnine sahip olmanın ataerkil toplum tarafınca nasıl eleştirilere maruz kaldığından öncelikli olarak bahsetmektedir hiç şüphesiz. Ancak, değinildiği gibi 19. yüzyıla kadın hareketiyle birlikte yazın dünyasında da kadınları görünür kılmaktaydı.

“Ve böylece on dokuzuncu yüzyıla gelmiş bulunuyoruz. Ve burada ilk kez tümüyle kadınların yapıtlarına ayrılmış raflar buldum.” (74)

Ne var ki, kadınların yaşadığı sıkıntılar, ataerkil toplumun yüklediği roller, öne çıkardığı engeller, kadınların iyi bir eğitimden yoksun kalmaları gene söz konusuydu elbette. Woolf, kadınların eğitilmesi konusunda da kitapta uzun uzun tavsiyeler vermekte; onlarla bu konu hakkında ayrıntılı biçimde -ama kesinlikle otoriter bir havaya girmeden-konuşmaktadır.
Woolf, kadın ve edebiyat, kadın ve kurmaca yazın konularını elbette feminist bir yaklaşımla son derece zeki bir biçimde irdelediğinden Kendine Ait Bir Oda, bu bağlamda kadın edebiyatı, kadın kurgusu özelliklerini de içinde barındırmaktadır. Diğer yapıtlarında görülen klasik biçimi, kurguyu tersyüz etmek, kırmak ve elbette bilinç akışı tekniğini kullanmak yapıtı klasik eserlerden ve dönemin ataerkil ideolojisiyle yazılmış yapıtlardan ayrımaktadır kuşkusuz. Dahası Woolf burada sanki kadın kadına, otoriter olmayan bir konuşma havası içindedir. Bir bahar günü Oxbridge’de bir parkta dolaşırken aslında geçmişte ve gelecekte ve diğer kadınların zihinlerinde de dolaşan Woolf, feminist eleştirel bir gözle kadın ve edebiyat arasındaki ilişkiyi, kendisinin hem yazar olarak hem de kadın bir birey olarak kadınlık deneyimlerini irdelerken, aslında kadın edebiyatının varlığını bir şekilde ortaya çıkarmakta; ataerkil yazının, dolayısıyla bir ölçüde toplumun dönüştürülebileceği mesajını da vermektedir.

Sonuç olarak, yukarıda örnekler verilerek incelenmeye çalışılan her iki edebi çalışmada, gerek kadınların hayatlarına tanıklık eden ya da salt kadınlara özgü birtakım çileleri dile getiren, gerekse ataerkil yapıyı, kültürü sorgulayan bir bakış açısı gözlemlenmektedir. Hatta Woolf Kendine Ait Bir Oda’da, sorgulamaktan da öte, okurlarına kitap boyunca bir kadın yazar olmanın zorluklarından bahsetmenin yanı sıra ciddi birtakım tavsiyeler, bakış açıları da vermektedir elbette. Burada toplumu sorgulamanın bir adım ötesine; onu değiştirmeye yönelik bir çaba da hissedilmektedir. Toplumsal kimlik anlamında kadın olmak, özellikle de kadın yazar olmak birçok kısıtlamayı beraberinde getirdiğinden, kadınlar bu ikilemi ve uğradıkları bu haksızlığı gene yazı üzerinden delmeye çalışırken, görüldüğü üzere bir edebi çalışmanın kurgusuna, dile ve imgelerine de farklı yaklaşmaktadırlar. Yazar, kadın olmanın bilincini feminist-eleştirel bir gözle eserlerine yansıttığı sürece, kadın hayatlarının geçirdiği ve geçirmekte olduğu somut aşamalar, karşıtlıkların ve beklentilerin çatışmaları da farklı bir yazma ve farklı bir okuma biçimini de beraberinde getirecektir. Zira kadınlık deneyimleri de diğer büyün yaşantılar gibi yazının aslında bir nevi ham maddesidir. Kendini her şekilde kısıtlanmış hisseden, hayatının sadece başkalarına-belki büyük ölçüde çocuklarına, kocasına, yakınlarına -adayarak geçiren bir kadının eline kalem alınca salt bir iç dökme değil de bir ürün ortaya çıkarma, bir yaratma edimi ortaya koyma amacıyla yazması yukarıdaki iki örnekte de görüldüğü gibi klasik kalıplara sığmayan bir stil ortaya çıkarmaktadır: Anlatının yoğunluğu, imgelerin, sözcüklerin, cümlelerin alaşağı edilip yeniden -aslında büyük ölçüde tersten- farklı bir biçimde okunmasını sağlama, zaman-mekan bütünlüğünü parçalama, düz bir anlatıdan çok çoğunlukla bilinç akışı tekniğini kullanma ve elbette yapısökümcü bir bakışla tüm yapıyı hatta anlamı bozarak okuru afallatma, kendine getirme kadın edebiyatı denilen yazın türünün de varlığını hissettirmektedir Zira, gerek Gece Dersleri gerekse Kendine Ait Bir Oda, geleneksel kalıpların dışına çıktığından, kadın imgelerini, deneyimlerini öne çıkardığından ve hem patriarkal dile hem de patriarkal düzene karşı duruşları bakımından kadın edebiyatı, kadın yazını türüne doğru bilinçli bir ivme olarak nitlendirilebilir.


(Hece Dergisi Nisan 2008--Edebistan Nisan 2008)

1 Kasım 2008 Cumartesi

HUMPHREY'NİN ANNESİ

Penelope Mortimer

1927’nin Mayıs ayında, ileride Humphrey’nin annesi olacak kız – yeni moda kısa kesilmiş saçlarıyla, gamzeli dizleriyle– Cambridge yakınlarında bir baloya götürüldü. Kavalyesi, Jimmy Campbell adında zengin bir toprak sahibiydi. Humphrey’nin annesi, Jimmy’nin elinden, hukuk okuduğunu ve adının Tristram Coots olduğunu söyleyen sarışın bir oğlan tarafından “Affedersiniz,” diye alındı. Tristram, kendisini dimdik, derli bir toplu havayla çarliston yapmaya bıraktı ama solgun mavi gözleriyle kıza sürekli bakmaktan hiç vazgeçmedi. Bu bakışta kızın kanını kaynatan şehvetli, neredeyse hayvani bir şey vardı. Kız , acemice dans etmeye başladı, eskisi kadar konuşmaz oldu. Oğlan çok rahat bir şekilde biraz hava almayı teklif edince, kız saçlarını hafifçe okşadı, sağa sola baktı; kurtarılmayı isteyip istemediğinden pek emin değildi. Oğlan, kızın elini kavrayarak şişeden mantar çeker gibi onu hızla terasa çıkardı.

“Ah!” diye ciyakladı Humphrey’nin annesi, bükülmüş kolunu tutup somurtarak. Kız artık o bakışı göremiyordu. Oğlan, kilise korosundaki masum bir çocuk kadar kadar sarışın ve zarifti. “Pekâlâ,” dedi kız yumuşayarak, “seni bağışlıyorum.”

Gece hava sıcaktı. Kolalı gömlek kolları ve şifon parçaları çimenlikte bir yanıp bir sönüyordu; fidanlıkta sevişenler vardı, iğne yapraklarının üzerine şampanyalar dökülmüştü, söğütlerin altında kayıklar gıcırdayarak gidiyordu. “Ah, leylaklar!” diye mırıldandı Humphrey’nin annesi ve taftanın dikişlerini zorlayarak leylak kokularını içine çekti. Tristram kolunu onun beline doladı. Daha koyu gölgeliklere doğru rahat adımlarla ilerlediler. Kız, ona Cracker adlı midillisini ve Patch adlı Labrador köpeğini anlattı. Oğlan, kızın elini tutarak onu alçak dalların altından geçirdi, daha da derinlere, karanlıkların içine götürdü.

Kız kıkırdamayı kesemiyordu.

“Nereye gidiyoruz? Hiçbir şey göremiyorum! Tristram... !”

“Sana bir şey göstermek istiyorum.”

“Ne? Nerede? Tristram... !”

Sendeleyerek bir açıklığa çıktılar: Birkaç ağaç kütüğü, talaşlar ve kıymıklar. Tristram oturdu, kravatını çözmeye başladı.

Kız dikişlerin içine sıkışmıştı, iki büklüm olmuştu, soluğu kesilmişti.

“Peki, ne göstermek istiyorsun bana ?”

Oğlan eliyle hafifçe yere vurdu.

“Ah, peki öyleyse! Ama gerçekten... !” Kız yere oturdu, dikişlerin kendisini son kez sıkıştırmasına güçlükle dayandı, kendisine çeki düzen verdi. Tristram smokinini çıkardı, katlayıp kesilmiş bir ağacın üzerine koydu.

“Pantolonun askılarını gerçekten çok beğendim,”dedi kız hayranlıkla.

Bir de baktı ki ırzına geçiliyor. Tristram genç bir boğa kadar güçlüydü; aynı ölçüde ne yaptığnı bilir ve paldır küldürdü. Taftayı, Krepdeşin’i, jartiyeri yırttı; kuvvetli solumalar, iniltiler ve her türlü acı çekme belirtisiyle kızın bekâretini deldi geçti. Kızın ilk debelenmelerini, çığlıklarını durduran da bu oldu. Kız, annesinden, cinselliğin zevkle uzaktan yakından hiç ilişkisi bulunmadığını biliyordu, ama Tristram gerçekten acı çekiyormuş gibi görünüyordu. “Tamam, tamam...” diye mırıldandı kız, oğlanın ileri geri gidip gelen başını okşayarak,”Şşş.... tamam tamam....” Oğlan gümbür gümbür gidiyordu. Kız çok rahatsızdı ve bunun uzun sürmeyeceğini umuyordu. Oğlan ızdırap dolu son bir inleyişle kızın üzerine yığıldı.

“Sen iyi misin?” diye sordu kız endişeyle.

Derinlerden gelen bir inleme.

“Senin için sakıncası yoksa ... Çok ağırsın...”

Oğlan yuvarlanıp biraz uzaklaştı, hareketsiz yattı. Kız ıslak külotunu çekti, çoraplarını düzeltmeye çalıştı.

Oğlan, başını güçlükle oynattı, kızın farkına vardı.

“Aman Tanrım, hiçbir şey kullanmadık.”

“Kullanmadık mı?”

“Ne demek istediğimi biliyorsun.”

“Ah. Ah evet. Elbette.”

“Karnın şişmeyecek değil mi?”

“Ah hayır. Kesinlikle.”

Tristram, eve sık sık gidip gelen bir ziyaretçi haline geldi; kızın ailesi tarafından da onaylanıyordu; içi krema dolu yuvarlak pastaları ikram etmekte de ustaydı. Ara sıra eski dersahanede sevişiyorlardı; bir keresinde de – özel bir zevkle hatırladıkları – ahırda sevişmişlerdi. Humphrey’nin annesi, Ekim ayı geldiğinde şaşkınlık içinde hamile olduğunu fark etti. Tristram gönülsüzce evlenmeyi önerdi. Nihai amacı Parlamento’ya girmek olsa da, yakın gelecekte umabileceği en fazla şey arada bir bakacağı davalar ve babasından alacağı ek cep harçlıklarıydı. Bu, kız için güç olacaktı ama Tristram başka bir seçenek bulunduğunu zannetmiyordu. Humphrey’nin annesi ona sevgi dolu bir öpücük kondurdu; Cracker’ı eğerledi ve Jimmy Campbelllar’a doğru yola koyuldu.

Humphrey’nin annesiyle Jimmy 1927’de, Bütün Azizler Günü’nde köyün kilisesinde evlendiler. Genç gelin tombuldu ve ışık saçıyordu, damat da gururlu görünüyordu. Onları minnettarlık yağmuruna tutarak konfeti atan ilk kişi Tristram oldu. Humphrey tam gününde; 1928 ‘in Mart ayında doğdu. Jimmy Campbell’ın aklı karıştıysa da bir şey söylemedi. Humphrey’nin annesi, birkaç saat panik ve umutsuzluk yaşadıktan sonra kıkırdamalarına ve gamzelerine tekrar kavuştu.

İki yıl sonra, kocasının av etinden yapılmış çorbasını höpürdeterek içmesine sinirlendiği bir anda Humphrey’nin annesi şöyle dedi: “Humphrey hakkında, canım, senden değil, biliyorsun.”

“Benden olduğunu hiç düşünmedim ki, ” dedi Jimmy.

“Demek istiyorsun ki – biliyordun?

Jimmy çorbasını höpürdetti. “Bir şeyi eksik. Biraz daha tuz. Birkaç damla meyve şarabı. Bir şey işte. Aşçıyla bir konuş, tamam mı?”

Onun evliliği böyleydi işte.

Humphrey, Tristram Coots’un hık demiş burnundan düşmüştü – ince yapılı ama dayanıklıydı, dik kesilmiş sarı şaçlarıyla gök mavisi gözleri vardı. Yaradılışı Jimmy Campbell’ınkine benziyordu. Annesine bir benzerliği varsa da, bunu hiç kimse fark etmemişti çünkü Jimmy dışında hiç kimse Humphrey’nin annesinin yaradılışının ne olduğunu bilmiyordu, o zamana kadar Jimmy de bunu unutmuştu.

On sekizinci yaş gününü izleyen yaz, Humphrey orduya katılmak üzere okulu terk etti. Evdeki son gecesinde Jimmy’nin çalışma odasına çağrıldı: Doldurulmuş balıklar, doldurulmuş tilkiler, duvarlara asılmış yıllanmış postlar, bunların tümü ona çok aşina şeylerdi.

“Ah, oğlum. Seninle bir şey konuşmak istiyorum. Bir puro al”.

“Teşekkür ederim, Baba.”

“Her şey yolunda mı?”

“Yolunda.”

“İyi. İyi.” Jimmy, koltuğun oturulacak yerinden ekmek kırıntılarını süpürürken bir suskunluk oldu, yastığı şişirdi. Sonunda oturdu, gürültüyle burnunu temizledi, bıyıklarını sildi. “Seninle bir şey konuşmak istiyordum.”

“Evet , Baba.”

“Biraz düşündüm de. Bundan hoşlandığımı söyleyemem. Bacak kadar çocuk olduğundan bu yana çok uzun zaman geçmedi, biliyorsun.”

Humphrey bekledi.

“Senin için çok büyük bir şans, bu Ordu. Bir puro al. Ah, almışsın zaten. Pekâlâ, şimdi. Gerçek şu ki.” Jimmy burada kalakaldı.

“Evet, Baba?”

“Annen – annenle ben. Gerçekten, kahrolası zor bir iş.”

Demek mesele buydu. “Ah,” diye mırıldandı Humphrey.“ Üzüldüm.” “Sustuk, anlıyorsun ya. Hiçbir zaman tartışmadık. Tartışmak için bir neden de yoktu.”

“Elbette.”

“İşte, sen vardın. Elimizden geleni yaptık. Gerçek şu ki.” Durdu ve boş gözlerle Humphrey’e baktı.

“Devam et, Baba.”

“Anlatmak istediğimin tümü bu oğlum! Bu işte!” Jimmy, koltuğun koluna bir zafer edasıyla vurdu. “Benim değilsin. Sen.”

Bu kez Humphrey boş bakışlarla babasına baktı.

“Bunu daha fazla taşıyamazdım. Bir terslik vardı. Ne olduğunu bilmiyorum. Kadınca bir şey. İşte, böyle.”

“Tanrı aşkına, Baba, sen neden bahsediyorsun?”

“Kahretsin, yeterince açık konuşmuyor muyum? Onunla evlendiğimde beş ay geçmişti!”

Jimmy’nin gürültülü soluk alıp verişleri, saatin ölçülü tiktakları, birinin karo kaplı koridorda şap şap yürüyüşleri, kapanan bir kapının sesi. Humphrey boş boş baktı.

“Sen... benim babam değil misin?”

“Geçen onca yıldan sonra böyle düşünmeye başladım.” Neredeyse duyulamaz bir mırıldanma: “Seni çok severim, biliyorsun...” Birdenbire canlanarak: “Haydi bir şeyler içelim, ha?” Hızla içki masasına doğru gitti. “Bu kahrolası kız da bardakları hiçbir zaman iyice temizlemiyor.” Jimmy bardakları temizleyip parlatırken bir sessizlik oldu.

Uzun bir suskunluktan sonra Humphrey boğazını temizledi. “Kim o... kimdi? “ diye sordu.

Jimmy bardakları birer birer kaldırıp gözlerini kısarak bakıyordu: “Ha? Ah! Coots adında biri.”

“O kişi yaşıyor mu?

“En ufak bir fikrim yok.” Jimmy kendini bir şeyler yaparak meşgul etti, sustu, sonra sert bir şekilde ekledi: “Orduya katılıyorsun. Bunları bilmeye hakkın var. Kan meselesi falan. Tehlikeli olabilir.”

“Anlıyorum.” dedi Humphrey hiç bir şey anlamayarak. Başı elleri arasına düştü, parmakları kafasının derisine battı; içkinin guluk guluk sesini, soda sifonunun iki keskin fıs sesini, buz küplerinin şakırtısını duydu. Önemli bir şey olmuştu; hiçbir şey olmamıştı. Her şeyin değişmesi gerekirdi; her şey aynıydı. Daha fazla şey bilmek istiyordu; hiçbir şey bilmek istemiyordu. Jimmy onun saçını okşadığında Humphrey başını kendiliğinden öne eğdi.

“Kahretsin susmak çok daha kolay. Bak söylüyorum sana.”

“Evet, Baba.”

“Şey —“ Koltuk gıcırdadı. Uzun, ferah bir iç çekiş. “Bunu böylece bırakalım, tamam mı? Yedi mahalleye duyurmanın bir anlamı yok.”

“Hayır, sanırım yok.”

Jimmy, ümit verici bir sesle güldü: “Anneni kimin becerdiğinin ne önemi var? Sen, hayatın boyunca hep bir Campbell oldun.”

“Biliyorum...” Humphrey’nin yüzü buruştu. Yüzünü ellerinin arkasına sakladı.

“Oooo! Ben de senin daha cesur biri olduğunu sanırdım!” Hızlı hızlı solup alıp vererek, bıyığı ve kaşları titreyerek Jimmy yerinden zorla kalktı, odanın bir tarafından diğer tarafına uzun adımlarla yürüdü, birden döndü. “Kahrolası bir hakaret bu! Bunu hiç düşündün mü?”

“Hakaret mi? diye sordu Humphrey inanmaz bir havayla.

“Birinci sınıf bir eğitim – karşılayabildiğimin en iyisi. Yapabildiğim her şeyi yaptım, kahretsin. Oğlumsun ve mirasçımsın. Bu, benim için çok önemli.”

“Bunu biliyorum, Baba. Sevgili Tanrım, ben—“

“Şimdi de kalkıp Coots’un baban olduğunu düşüneceksin, değil mi? Bir kez sana baktı mı? Bir kuruş ödedi mi?”

“Elbette hayır! Öyle demek istemedim.... Üzgünüm.... Lütfen, Baba....”

Jimmy bir tür ses çıkardı. Bu, belki de alaylı bir sesti. Uzun süre sümkürdü, sonra döndü, mendilini cebinin çok derinlerine sokuşturdu.

“Doğru olmadığını düşündüğün hiçbir şey yapmanı istemem, biliyorsun.”

“Hayır, istemediğini biliyorum elbette.”

“Biraz can sıkıcı. Sağduyu, her şey gelip sonunda buna dayanıyor. Uyuyan yılanları uyandırmayalım, en iyisi, ha?”

“ Sen öyle düşünüyorsan.”

“Neden sorun çıkaralım? Annen için de kahrolası bir sıkıntı. Adil değil, ahbap. Hep dediğimiz gibi, haksızlık olur.”

“Demek istiyorsun ki – eskiden olduğu gibi devam mı edelim?

“Neden olmasın? En ufak bir şey bile fark etmez ki.”

“Sanırım etmez.”

“İyi. Bu konuyu burada kapatalım, tamam mı?”

Humphrey, pijamasının bir paçasını giymiş yatağında oturarak geleceği hayal etmeye çalıştı ama hayalinde canlandırabildiği tek şey geçmişti: Koyun ağılına giderken Jimmy’nin omzuna binmesi, biçerdöveri kullanırken Jimmy’nin kucağına oturması, – biraz içi kalkarak – ineklerin nasıl sağıldığını öğrenmesi, kürede değişik ülkelerin kendisine gösterilmesi, birçok ülkenin neden pembe renkte olduğunu ve neden bu kadar çok deniz olduğunu sorması. Humphrey, pijamasının bir paçasını giymiş, yatağında oturdu ve ağladı.

“Aklıma gelmişken,” dedi Jimmy karısının yanına güçlükle çıkarken, “Bilmesi gerekir diye düşündüm. Ona Coots’tan söz ettim.”

“Coots mu?” diye sordu Humphrey’nin annesi. “Onu tanıyor muyuz biz canım?

Kendisine hatırlatıldığında belli belirsiz bir sesle, “ Ah, evet. Çok tuhaf genç bir adam,” dedi ve sonra hafifçe kıkırdadı.

Çev: Deniz Gündoğan

TOYNAKLAR

John Gower

Bir gün öğleden sonra kadın eviyede bluzunu yıkarken bahçenin ucunda sessizce durmakta olan beyaz bir at görür. Şaşkınlıkla ata bakakalır. Ellerini önlüğüne kurulayarak arka kapıdan çıkar ve küçük patikadan aşağıya doğru yürür.

Kadın, uzun otların arasında adımlarını atarken at hiç rahatsız olmamış gibi görünür. Kuyruğunu hışırdatarak sallar. Kadın elini ona uzatarak yumuşak bir sesle, “Merhaba ahbap,” der. Atın kaslı yanağına eliyle hafifçe vurur. At bir toynağını yere vurur, kadının kır saçlarını koklar. Kadın, atın mavili kahverengili göz bebeğinde kendi yansımasını görür; parmaklarını atın burun deliklerine sokar. Otların üzerinden rüzgârın düşürdüğü bir elmayı alır ve avucunun içinde ata doğru uzatır. At yaşlı bir adam gibi dişlerini göstererek elmayı alır. İki hart hurt, elma yok olur. Atın dudakları kadının eline sürter, kadın güler, başka bir elma daha alır ve elmayı gene aynı şekilde ata verir. Sonra arkasını dönerek eve geri döner.

Bir dakika sonra kadın tekrar görünür. Bir kolu dolu kova taşıdığı için gergindir, diğer koluyla arkasında bir şey saklıyordur.

Kovayı atın ayaklarının dibine yerleştirir. At uzun başını eğer, dilini gürültüyle şapırdatarak suyu içmeye başlar. “Sahibin nerede senin bakalım?” diye mırıldanır kadın, “Ha?” Sonra ipi atın boynuna dikkatle kaydırarak geçirir, ucunu yakındaki bir ağaca sıkı sıkı bağlar.

Bay Bolger bu atı daha geçen hafta satın aldığını söyler. At, ona beladan başka bir şey getirmemiştir. Başıyla pencereden dışarıya doğru bir hareket yapar. O atın aşağıda otlayan yaratık olduğuna inanmazdınız, der. Kadın Bay Bolger’a bir bardak çay koyar.

Dışarıyı seyrederek otururlar.

Kadın, bahçesi için özür diller. Kocası öldüğünden bu yana hemen hemen hiç…

Bay Bolger boğazını temizler. Birkaç narin kırmızı gül akşam rüzgârında közler gibi parıldamaktadır.

At zaman zaman kulaklarını oynatarak başını kaldırır ve arkasına bakar. Gitmek için acelesi yokmuş gibidir.

Bay Bolger atı götürdüğüne kadın hüzünlenir. Bahçe gözüne bomboş görünür. Kova, ağacın altında terk edilmiş olarak durur, uzun otlar da üstüne basılmış samanlar gibi yassılmıştır.

Kadın bluzunu dışarıya asar, hafif bir akşam yemeği hazırlamak üzere içeriye girer.

Bir tarlakuşu öter.

Kadın, kocaman evin bütün sessizliğinin üzerinde örüldüğünü hissederek mutfakta öylece oturur…

Gece. Kadın, odasında uykusundadır. Rüyasında atı görür. At gene bahçede durmaktadır. Bu, onun eve gelmiş olan kocasıdır. Kocası ona bir şeyler söyler; kadın onun ne dediğini anlamasa da ne istediğini ve neden geldiğini bilir. Kadının sırtına binmesiyle birlikte at dört nala koşarak kadını küçük bahçeden dışarıya çıkarır, tarlaların içine doğru götürür. Kadın heyecandan tir tir titreyerek, yüzünde rüzgârı hissederek atın beyaz yelesine sıkı sıkı sarılır. At, gittikçe hızlı, daha hızlı dört nala koşar, toynaklarının güm güm sesi sessizliğe karışıncaya kadar çitlerin, çalıların sonra da kocaman ağaçların, evlerin üzerinden atlar. İkisi birlikte yükseklerde, yalnız başlarına uçarlar. Kadın, atın güzel vücudunu bacaklarının arasında sıkıştırır, atın kulaklarının arkasını öper, ısırır ve bir genç kız gibi kahkahalarla güler.

Çev: Deniz Gündoğan