31 Ağustos 2008 Pazar

Yanan Şehir


Bir kış sabahından süzülen güneş ışığı, parlak örgü desenli perdeleriyle her iki pencere arasından hafif yeşil halının üzerindeki iki uzunca dörtgen üzerine düşüveriyor ve güneşin vurduğu bu sıcak açıklıkta küçük bir oğlan çocuğu zıplıyor ve dans ediyor. Hayat hakkında daha çok az şey biliyor. Küçük olduğunu ve büyüyeceğini biliyor ama ne doğmuş olduğunu ne de öleceğini biliyor. Dört yaşında olduğunu ve yakında beş yaşına basacağını biliyor, ama “bir sene” demekle ne kastedildiğini bilmiyor; çocuk, hâlâ zamanı yalnızca dün, bugün ve yarın olarak ölçüyor.
“Baba,” diye aniden bağırıveriyor; babası, kahvaltısını henüz bitirmiş ve günün ilk sigarasını—zamanı sigaralarla ölçen bir insan— yakmış, “baba, dün gece rüyamda öyle çok şey gördüm ki! Bütün bu odayı gördüm! Rüyâmda, sandalyeleri ve yeşil halıyı ve aynayı ve saati ve sobayı ve perdeleri ve dolapları gördüm ben.”
Bunları söylemesiyle birlikte, alev alev yanarak cazırdayan sobanın yanına doğru zıplıyor ve bir takla atıveriyor. Çocuk, sobayı ve onun önündeki açıklık alanı odanın içindeki en önemli ve en asil şeyler olarak görüyor.
Babası, evet der gibi başını sallıyor ve gazetesinin bir ucundan ona doğru bir kahkaha patlatıveriyor ve çocuk da babasına gene bir kahkahayla karşılık veriyor; öylece kontrol edilemez bir biçimde gülüp geçiyor. Kahkahanın, gülünçlüğün bir takdiri değil de hâlâ yalnızca neşe ifadesi sayıldığı bir yaşta. Birkaç gün önce, pencerenin tam önünde ayakta durduğunda, aya bakarak da bir kahkaha atmıştı; ayı gülünç bulduğundan değildi bu, ama ay, yusyuvarlak parlak suratıyla çocuğu neşelendirmişti.
Çocuk, kahkahayı öylece patlatıverdiği sırada, bir sandalyenin tepesine güçlükle tırmanıyor ve duvarda asılı duran resimlerden birini işaret ediyor.
“— Ve rüyâmda en çok da bu resmi gördüm ben,” diyor.
Resim, eski bir Hollanda tablosunun fotoğrafıydı, Yanan Bir Şehir.
“Peki, bu resmi nasıl gördün rüyânda?” diye soruyor babası.
“Bilmiyorum.”
“Haydi, düşün!”
“Ah evet, rüyâmda şehrin yandığını gördüm ve bir köpekçiği de okşadım.”
“Ama, köpekçiklerden korkarsın sen genellikle.”
“Evet, ama resimlerde onları güzelce sevip okşayabiliyorum”.
Çocuk, en sonunda babasının yanına geliyor ve şöyle söylüyor, “Sevgili babacığım, bu resmi duvardan indir. Babanın, tıpkı dün yaptığı gibi, bir kez daha resmi göstermesini istiyorum bana.”
Resim, odaya daha yeni asılmıştı; bir önceki gün gelmişti. Duvarları çevreleyen diğer resimlerle birlikte küçük çocuk da kendini uzun zaman önce tanımaya başlamıştı: Strindberg Amca ve Schopaur Amca (aslında Schopenhauer) ve Napolyon Amca ve çirkin ihtiyar Goethe ve genç haliyle büyükanne. Ama Yanan Şehir yeni; ayrıca öteki resimlere göre çok daha eğlenceli. Baba, çocuğu neşelendirerek duvarda asılı duran resmi aşağıya indiriyor ve şimdi her ikisi birlikte bu resmin tadını çıkarıyor. Denize doğru kıvrılan geniş bir ırmak ağzının hemen üzerinde tek direkli yelkenli bir gemi ve birkaç kayık, sağlam bir kulesi bulunan kemerli köprüye doğru seyrediyor. Kıyının sol tarafındaysa yanan şehir duruyor: Sivri uçlu ve eğik duvarlı bir dizi dar ev, yüksek çatılar, kiliseler ve kuleler; kocaman insan kalabalığı şuraya buraya koşuşturuyor, alev alev yanan ateşten deniz, dumandan bulut, duvarlara yaslanmış merdivenler, üzerlerinde bir oraya bir buraya sallanan yüklerle kaçan atlar, varillerle ve çuvallarla dolu iskeleler ve her çeşit çerçöp; ırmağın üzerinde neredeyse devrilecek gibi görünen bir kayığın içinde yığınla insan duruyorken, köprünün öte tarafında insanlar değerli hayatları için koşuşturuyorlar ve öndeki boşlukta bir yerde iki köpek birbirine doğru burunlarını çekerek öylece dikiliyor. Ama arka alanda, ırmak ağzının denize açıldığı uzak bir yerde, küçücük bir ay, benzi atmış bulutların pusunda oturuyor ufukta; bütün bu perişanlığa bitkin ve üzüntülü bir edayla kaçamak bakışlar atıyor.
“Baba,” diye soruyor küçük çocuk, “şehir neden yanıyor?”
“Biri, ateşle ilgili dikkatsiz davranmış,” diye cevap veriyor Baba.
“Kim dikkatsiz davranmış peki?”
“Ah, insan böylesine uzun bir süreden sonra bundan emin olamaz.”
“Ne kadar uzun bir süre?”
“Şehir yanalı yüzyıllar oldu,” diyor Baba.
Bu, Baba’nın da açıkça fark ettiği gibi, küçük çocuk için biraz kafa karıştırıcıydı ama sorusuna da bir şekilde cevap vermek zorundaydı. Çocuk, bir dakikalığına sessizce oturuyor ve düşünüyor. Zihninde, konu hakkında yeni düşünceler ve izlenimler canlanarak eskileriyle birbirine karışıyor. Serçe parmağıyla yanan şehri işaret ediyor ve şöyle diyor:
“Evet, ama şehir dün yanıyordu ve şimdi bu-gün de yanıyor.”
Baba, resimler ve gerçek arasındaki farkı açıklamaya cesaret gösteriyor şimdi. “O, gerçek bir şehir değil,” diyor, “o, yalnızca bir resim. Gerçek şehir çok çok uzun zaman önce yandı. Yok oldu gitti. Orada koşuşturan, kollarını sağa sola sallayan insanlar öldüler ve artık yaşamıyorlar. Evler yanıp kül oldu, kuleler yerle bir oldu. Köprü de yok olup gitti.”
“Kuleler yanıp kül mü oldu yoksa devrildi mi?”
“Hem yanıp kül oldu hem de devrildi.”
“Buharlı gemiler de öldü mü peki?”
“Gemiler de çok önce yok oldu,”diye cevap veriyor baba. “Ama onlar buharlı gemi değil, onlar yelkenli gemiler. O zamanlarda buharlı gemi yoktu henüz.”
“Ama onlar buharlı gemi, bence ” diyor çocuk. “Baba, o buharlı geminin adı ne?”
Babanın kendince bir fikri vardı; çocuğun da kendine göre bir aklı vardı işte. Baba, artık açıklama yapmaktan yoruluyor ve sessizliğini koruyor. Çocuk, eski Hollanda yük gemisine parmağıyla işaret ederek kendi kendine konuşuyor: “O buharlı geminin adı Bragë ve şunun adı da Hillersea ve bu da Prenses Ingeborg.”
“Baba,” diye haykırıyor birdenbire çocuk, “ay da yok olmuş mudur?”
“Yo, ay duruyor yerinde hâlâ. Orada hâlâ yerli yerinde duran tek şey o. Geçen gün, anaokulunun penceresinden bakıp da bir kahkaha attığın ayın aynısı işte.”
Küçük çocuk sakinleşerek tekrar yerine oturuyor ve düşünüyor. Sonra nihayet bir diğer soru geliyor:
“Baba, bu şehir yanalı çok çok uzun zaman mı oluyor? Biz Prenses Ingeborg’a binip gittiğimiz zamandan bu yana mı?”
“Ondan da çok çok önce,” diye cevap veriyor baba. “O şehir yandığında ne sen vardın; ne ben vardım; ne annen ne de büyükannen.”
Çocuğun suratı birdenbire ciddileşiyor. Besbelli tedirgin görünüyor. Sessizce oturarak uzunca bir süre düşünüyor. Ama onun için işler yolunda gitmiyor gibi.
“Söylesene baba,” diye en sonunda soruyor, “şehir yandığında neredeydim ben? Annemle Grenna’da mıydım o vakit?”
“Hayır, ahbap,” diye cevap veriyor baba, “şehir yandığında sen daha ortada yoktun.”
Çocuk, kendine özgü tutumuyla alt dudağını gene biraz öne doğru çıkararak var gücüyle şöyle diyor şimdi: Yo, böyle bir şeyi kabul edemem. Sonra vurgulamak istediğini yineliyor babasına:
“Evet, ama o zaman neredeydim ki ben?”
Babası cevap veriyor, “Sen daha dünyaya gelmemiştin.”
Çocuk, babasına yuvarlak gözleriyle bakıyor şimdi. Ansızın o küçük suratı aydınlanıyor,
babasının yanı başından ayrılıveriyor ve yeşil halının üzerine vuran güneş lekelerinin arasında hoplayıp zıplayarak dans etmeye başlıyor; gene var gücüyle haykırarak şunları söylüyor:
“Ah, evet, Ben de aynını yaptım. Ben bir yerdeydim, ben bir yerdeyim!”
Çocuk, babasının yalnızca şaka yapıyor olduğunu düşünüyordu. Böylesi bir fikir çok gülünçtü hiç şüphesiz! Hizmetçi kadınlar da onunla gırgırına böyle anlamsız konuşurlardı zaman zaman; ve çocuk da babasının aynı şeyi yaptığını düşünüyordu şimdi.
Bu yüzden gene hoplayıp zıplamaya başlıyor ve güneş ışıklarının altında dans ediyor.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Öykünün özgün adı: The Burning City

HJALMAR SÖDERBERG (1869-1941)
İsveçli romancı, öykücü, şair, oyun yazarı ve gazeteci. 1869’da Stockholm’de doğar. Lirik kalemiyle tanınır. Ancak yapıtlarına çoğunlukla melankolik bir atmosfer hakimdir. 1880’lerin gerçekçi akımına bağlı kalır. Anectodes (1898) adlı yirmi öyküsünün bulunduğu derlemsiyle büyük çıkışını gerçekleştirir. Ardından, otobiyografik romanı Martin Birck’s Early Days ile dünyada kendine bir yer edinmeye çalışan sancılı genç bir adamın hikayesini anlatır. Bu eserin ilk kısmında, Martin’in sessiz, sakin çocukluğuna, ağırbaşlı çekiciliğine yer verirken, bir sonraki kısımdaysa genç adamın yaşam acılarına, deneyimlerinden damıttığı yaşam derslerine odaklanır. Bir sonraki romanı Doctor Glas ile öldürmenin bir anatomisini çıkararak ahlaki konulara değinir. Ardından Gertrud adlı oyunundaysa, aşk temasını ele alarak aşka kaderci bir biçimde yaklaşır. I. Dünya Savaşı’nı anlattığı ve 1922 yılında yayımlanan The Hour of Fate adlı dramı ayrıca önemlidir. Son yıllarındaysa Söderberg, Kopenhag’a taşınarak.daha çok gazeteciliğe ve tanrıbilimsel çalışmalara yönelir. Nazizim karşıtı etkin çalışmalarıyla göze çarpar. 1941’de Danimarka’da hayatını kaybeder. Margaret Atwood’un önsözü ile yeni İngilizce çevirisi yayımlanan Doctor Glas, Anglo-Saxon yazın dünyasında Söderberg’i daha da ayrıcalıklı bir konuma yükseltir.

NICIN YAZARIZ?

JOHN UPDIKE

Konu başlığım, bu Sanat Festivalinde özlü ifade üzerine kayıt tutma imkanı sunuyor; bana sorulduğunda ise, uygun bir değerlendirme yaparak sırasıyla “ Neden olmasın?” demeli ve işe koyulmalıyım.

Ama bunun yerine, dakikalar harcamadan, kendi kendine esrarengiz bir şekilde yirmi yıla yakın zamanını “yazı” denilen oldukça bencil ve keyfi bir eylemle geçirerek ekmeğini kazanmış bir adamın içindeki sorunun keşfine çıkmayı umuyorum. Yazının, etrafımızı çepeçevre saran toplum üzerinde nasıl bir fayda sağladığına ve eğer şanslıysa da yazara arka çıkmasına dair oldukça farklı bir soruyu gözden geçirmek niyetinde değilim. Eskiler, şiir ile yazının amacının eğlendirmek ve öğretmek olduğunu söylüyorlardı; Aristotle, ne kadar korkunç ve hazin olursa olsun, hâlâ büyüleyici bir kavram niteliğindeki dramatik bir devinimin duygularımızdaki marazi, kişisel, öznel katışıklıkları ruhsal arınma yoluyla en nihayetinde silip süpürdüğünü öne sürmüştür. Duygudaşlığın, kurmaca ötekilerin yaşamıyla özdeşleşerek artması, çoğu kez anlatının hedefi olarak ortaya konulur; D.H Lawrence, kendine özgün coşkunluğuyla, şöyle yazmıştır, “Ve burada, esaslı bir şekilde ele alınarak, romanın engin önemi yatmaktadır. Roman, duygudaş bilincimizin akışını bilgilendirerek yepyeni alanlara yol açar ve duygudaşlığımızı tamamen ölmüş bitmiş nesnelerden ayırmamızı sağlar.” Kafka ise kitabın, içimizde buz kesilen denizi kırmak için bir balta olduğunu söylemiştir. Burada, insan yüreğinin ta en derinlerinde buz kesilen denizi kastetmiş olmalıdır; oysa, Kafka’nın kendi sanatının baltası (bu, Max Brod’un ölüm sonrası başkaldırışı olmasaydı eğer, Kafka da onu yanına, mezarına alacaktı) diğerleri için örneksel bir amaca hizmet etmiştir. Acı dolu ve azizlere yaraşan bu çilenin belirtisi ise çağdaştır, eski zamanların yüce ve ahenkli ozanlarına ve saray şairlerine oldukça uzaktır. Flaubert’in Louise Colet’e yazdığı mektuplardan birine kulak verelim:

*Ben, işimi , tıpkı bir çilecinin göbeğine kadar uzanan saçlarının kaşıntısını sevdiği gibi, çılgınlık ve sapkınlık derecesinde bir aşkla seviyorum. Bazen, kendimi bomboş hissettiğimde, sözcükler ağzımdan dökülmeyince, sayfalar dolusu karaladıktan sonra aslında tek bir cümle bile yazmadığımı anlayıverince kanepeme öylece yığılıveriyorum ve oracıkta şaşkınla uzanıyorum, çaresizlik batağında kendimden nefret ediyorum ve kendimi, beni böylesi bir umuttan sonra kalp çarpıntıları içinde bırakan bu çılgın kibir için suçluyorum. On beş dakika sonra ise, her şey değişiyor; kalbim neşeyle çarpıyor. Geçen Çarşamba, yattığım yerden doğrulmak zorunda kalarak mendilimi gidip aldım; gözyaşları sicim gibi akıp gidiyordu suratımdan. Kendi yazdığımdan duygulanmıştım; tasavvur ettiğim his, onu betimleyen deyiş ve o deyişi bulmuş olmanın verdiği doygunluk— hepsi birden, en büyük hazzı tecrübe etmeme neden oluyor.

Öyleyse, yazarın uğraşı buysa, insan onun neden daha keyifli bir iş bulmadığını merak edebilir; ve ayrıca insan, yazarın, salt kendine ait ürünü için, gene kendisini neden satışa çıkardığını da elbette sorgulayabilir.

Çoğu insan, mantıklı biçimde, yazmanın bir propaganda olduğunu kabul eder. Elbette, ortada kötü ve eski moda bir propaganda bulunduğunu da itiraf ederler; bu, tıpkı sosyalist gerçeklik ve traktörle tanışma romanlarını ve Hıristiyan melodramlarını andıran ve Horatio Alger ya da Samuel Smiles kapitalist başarı öykülerine benzeyen eserler niteliğindedir. Ancak tıpkı herhangi bir kristal parçasının dikkatlice bir mukavvaya ya da yongaya işlenmesi gibi birtakım iletilerin tasarlanarak hikayenin içine yedirilmesi de su götürmez bir gerçektir. Ülkemde gün geçmiyor ki bir öğrenciden ya da bir öğretmenden öylesi kitaplarda ne demek istediğimi sorgulayan, benim incelikli bir biçimde en ufak parçasına kadar kurguladığım birtakım cümlelerinin daha çok ayrıntısına inmemi arzu eden mektuplar ya da çoğunlukla tanrıbilimsel veya cinsel konulara dair memnuniyet verici bir biçimde bilirkişi konumuna yakıştırılarak bir konuşma yapmamı rica eden davetler almayayım. Bir kahraman olarak yazar, Hemingway ya da Saint-Exupéry ya da D’Annunzio gibi Camus’nun muhtemelen son örnek teşkil ettiği bir gelenek nedeniyle, Amerika’da yazar tarafınca bir eğitimci olarak addedilmektedir. Çoğu yazar eğitir, pek çoğu yazmayı öğretir; yazmak, kitabın ölüm haberinin kulağa çalınmasına ve yazılan sözcüğün matem çanının monoton bir biçimde çınlamasına karşın, akademilerde hâlâ büyük bir ısrarla öğretilir; herhangi bir yazar, öyle varsayılıyor ki, ders verebilir ve zihindeki o daha saf akademik bilgiler, “yazıların” ta kendisi, bir elekten geçip de yeteri derecede kaliteli bulunursa eğer, eğitsel düşünmenin nesneleri olarak çalışma alanında öncelikli yerlerinde konumlanır.

İnsan, nazikçe ancak sebatla sorgulayan, eğitiminin mesafeli ama işler durumdaki öğesi niteliğindeki durumunu doğal karşılayıp bunu kabul eden bir mektup-yazarına, onun salt görevinin gerçekte bilgi edinmek ve kendisine ait dönem ödevini ya da doktora tezini ya da eleştirel yapıtını açıklamaya yarayan bir denemeyi aydınlatmak olduğunu söyleyemeye nasıl cüret edebilir— ayrıca insan, çarçabuk anlatılabilen bir iletinin eksikliğinin, aslında çoğu kez, iletinin ta kendisini olduğunu itiraf etme cesaretini pekâlâ nasıl gösterebilir; çünkü ağzı sıkılık da bir yazar için en az anlatım kadar önemli bir araçtır; öyle ki, bir anket sırasında aceleyle doldurulan çoktan seçmeli bir madde, yalnızca yersiz sayılmayıp yazarın gerçek eylemine de uygunsuz düşer; çünkü bu eylem, oldukça ilginç bir biçimde özel ve seçicidir, son derece yüce bir beyannameden ziyade aslında bir şeytan çıkarma ve masal uydurma meselesidir; öyle ki yazar, en iyi biçimde, yaşamın kendisi kadar belirsiz ve kesif bir durum ortaya koyar; burada açık sözlü olmak gerekirse, yazının toplumsal yararı, yazar için öncelikli olarak her nasılsa birkaç iş imkanı—Avusturalya’da birkaç devlet bursu— bir yazar olarak yaşamını idame ettirmek için birkaç iş imkanı ortaya koyması nedeniyle önemlidir.

Basında çalışan gazeteciler ve senaryo yazarlarını saymazsak eğer, iki yüz milyon nüfuslu varlıklı bir ülkede, ancak yüz Amerikalı erkek ve kadın yaşamını yazarak kazanabiliyor. Öyleyse, Nobel Ödülü’nün* zafer hatırası söz konusu değilse bile, ülkenin böylesine ufak seçkin temsilcilerden oluşan bir zümre tarafınca sahiplenilmesini, en azından tinsel aristokrasinin iyi kalpli merasimlerini sorgulamaz mısınız? Gerçekte, yazarın görevi tıpkı vicdanın ve tanrı elçisinin sesi olarak insanlık adına konuşmak, kendilerini konuşarak temsil edemeyen milyarlarca insana hizmet sunmak değil midir? Bu anlayış ilgi çekicidir ve çoğu Rus olan birtakım yazarlar, yeteneklerinden bütünüyle ödün vermeksizin öylesine yüce bir görkeme talip olmuşlardır. Ancak genel olarak, Sartre ya da Faulkner gibi bir yazar fevkalade meşhur bir insana dönüşüverince, onların sahip olduğu ve etraflarına gösterecekleri özgül bilirkişinin yerini de iyi niyetli bir boşboğazlık doldurmaktadır.

Yabancı bir ülkede, kürsüye çıkarak konuşmaya cesaret ettiğim en son yer, dinleyicileri arasında iri cüsseli beyaz bir adamın coşkun sorusu karşısında, insan soyunun genel ıslahının ve öldüresiye kusurlu kendi ulusum içindeki toplumsal koşulların bile düzetilmesinin bir yazar olarak benim esas dürtüm olmadığını itiraf etmek zorunda kaldığım Kenya’ydı. Elbette, bir yurttaş olarak insan oy verir, oturumlara katılır, özgürlükçü dindarlığa taraf olur, vergi öder ya da vergi kaçırır ve kendi Başkanı’ndan bile daha cömertçe —o hale gelir ki —yardım derneklerine katkıda bulunur. Ama bir yazar olarak kendi adıma, sanatsal amacımı insani endişem içindeki bütün alanlara yayma girişimi ve bu uygulamanın doğruluğu için amacın asaletine ikame etme, sahip olduğum herhangi toplumsal faydanın da zarara uğramasına zemin hazırlayacaktır, hiç şüphesiz. Bu, Sovyet işçi kamplarını gören Solzhenitsyn’in başına gelmiştir; ırkçı polis devletinin gerilimlerini, çelişkilerini ve zorbalıklarından büyük zarar gören Bayan Gordimer ve Bay Mtshali için de bu durum geçerlidir; toplumsal protesto ve bir reform umudu ise onların tanıklık ettiklerinin en derininde saklıdır. Solzhenitsyn’in Sovyet devletine dair ortaya koyduğu açık ve yürekli meydan okuması muhteşemdir; ancak, The First Circle gibi bir roman, kör ışık altında şartlandırılmış ve —kabul edelim ki— şovence bir havaya büründürülmüş bir kınamanın ötesine geçerek bizim için daha çok teminat sağlar; bize bilinmedik bir dünyanın kapılarını açar; ve insanın belli bir çeşit siyasal düzen altında nasıl yaşadığına dair karmaşık ve yalnızca dolaylı olarak ortaya çıkıveren bir kınamanın tasvirini sunar. The First Circle’ın klostrofobik ve kalabalık kurşuni dünyasını düşündüğümde, Henry Miller’ın yüz kızartıcı Paris romanlarındaki dokuyu anımsarım. Burada da, Miller’ın tarif ettiği üzere, insan koşullarının herhangi siyasal bir umut dermanından bertaraf olmasına karşın, gerçeği ve gerçeğin —eski ve nahoş ancak hâlâ hayati bir gerçek—açığa vurulması için yadsınamaz bir arzuyu elimizde tutarız. Ve Miller ise, kendi yolunda, şehit düşer: Tıpkı Solzhenitsyn’da olduğu gibi, onun yapıtları da kendi ana yurdunda yayımlanamamıştır.

Nerede duruyorsak orada yazmalıyız; her nerede duruyorsak da yaşam tam oradadır; ve her ne kadar dar olursa olsun, yaşamın taklidi, bildiğimiz üzere, bizim tek alanımızdır. Kenya’da, simgesel olarak Üçüncü Dünya diye adlandırılan, sayıca çok geniş halkların konumlandığı köşede, Amerika’ya özgü o sahne üzerinde oturuyorken, benim tüyler ürpertici itham edicimin ağzından dökülen ve yazar mesleğiyle kendi deneyimim arasında uzaktan yakından ilgisi bulunmayan o ifadeleri duyamadığımdan ötürü kendimi suçlu ve afallamış hissediyorum; benim endişelerimin—hayatta kalabilmek, gelişme göstermek, kendi küçük evrenimi gene kendime ve diğerlerine eğlenceli kılabilmek, başarısızlığa uğramak, başarısızlığa uğrayacaksam da eğer, ne sanatsal korkaklık ne de tembellik aracılığıyla bunu tecrübe etmek, denemelerimdeki bütün dizgi yanlışlarını yakalamak, kitaplarımı içerikleriyle birlikte hem çarpıcı hem de adil bir biçimde yayımlamak, sözcükleri, boşlukları ve kurgulanmış gerçeklikleri daha önce tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen bir örüntü içinde düzenleyebilmek, yayımladığım herhangi bir cümleyi savunabilmek—onunkine kıyasla öylesine bayağı olmasından dolayı kendimi mahcup hissediyorum. Ama bir kez sahnenin dışına çıkmayayım (bir yazarın nadiren yapacağı bir şeydir bu) o zaman da daha az mazeret belirtmeye çalışırım ve benim, iyi niyetiyle sorgulayan, adamıma ve aynı dinleyici grubun içinde, Amerika’nın hem gerçek hem de sözde günahlarının kefaretini ödemesi için bana bel bağlayan sessiz suratlara; mektuplarıyla bana yalvararak yedinci sınıfa geçmelerini sağlamamı isteyen hazin öğrencilere bile inanırım—öyle ki bu insanların hiçbiri benim uğraşımdan zerre kadar bir şey kavradıkları yoktur.

Öyleyse neden yazarız: Hemen ardından da soralım; niçin bu denli bir bağlılık? Çünkü başımıza gelen kişisel kazaların sayısı, bizi, daha önce var olan bağlayıcı bir zanaata doğru sürükler; en önemlisi yaşamda böylesine bağlayıcı bir silah mevcut ve biz de ona bayılıyoruz.

Bir kurşunkalemi düşünün. Ne kadar sessiz, hünerli, narin, küçük ama mucizeler yaratan biri! Onun bir dokunuşuyla, dünyalar vücut buluyor; tehlikesiz bir kaplan, ağır olmayan buharlı bir silindir, hiç masrafı bulunmayan bir saray. Bütün çocuklar, kurşunkalemlerin ve tebeşirlerin büyüsüyle hayat dolu; hiçlikten bir şey yaratıyorlar adeta; birkaçı da bu büyünün etkisinden asla kopmayarak sanatçı olmayı deniyor. Ben de bir zamanlar kabarık ve coşkun heyecanımın üzerine bir şapka gibi oturuvermiş o vitray avizenin altında, yemek masası sofrasına resimler çizen heyecanlı bir çocuktum. Şimdiyse bize hem zamansal hem de uzamsal olarak öylesine uzak kalan o çocuğu ne heyecanlandırıyor? O, kendisine düşünülemez gelen bu kürsünün başından ayrılıp, iki felsefi duyumsama arasında var olarak boy göstermekte artık.

Birincisi, taklit bir yer değişim olmaksızın hak iddia eder; benim resmettiğim kedi, yiyecek bulmak için dalaşmak zorunda kalmadı ya da arka verandaya geliveren gerçek kediye gönlünü kaptırmadı. Ben resim yaptığım zamanlarda dünyada var olan sınırlı sayıdaki mal mülkü yeniden düzenlemekten ziyade aslında dünyaya bir şeyler katıyordum. Büyük Buhran sırasında, orta sınıf yoksulluk kıyısında yaşam mücadelesi veren bir aileydik; babamın, rekabet derdi içine saklanmış patırtı dolu o zor durumundan kendimi alıkoymaya hevesliydim; kurşunkalem ve kağıt, diğer oyuncakların aksine ucuzdular.

Ve, İkincisi, kurşunkalemle çizilmiş bir sayfada var olan dünya çeşitli bağlantılara olanak tanır. Bunun eski bir örneğini, ben ne zaman bir düz yazı ya da şiir derlemesini bir araya getirdiğimde ya da birbirinden farklı durumlarla izlenimleri tek bir öykü şekline bürümeye çalıştığımda, keyifle şöyle dile getirebilirim: Kağıdın bir yüzüne nesneler çeşidi çizerdim—çiçekler, hayvanlar, yıldızlar, tost makinesi, sandalyeler, çizgi roman karakterleri, hayaletler, burunlar— ve onları çizgilerle, iki çizgiyi içeren bir yol ile birleştirirdim; böylece hepsi birden tek bir imkansız ağacın dalındaki meyveye dönüşürdü. Bu yaratıcı eylemin bana öylesine güçlü bir biçimde keyif verdiği yaş aralığını tam olarak anımsayamıyorum; derlemeler yapma isteği, parçaları bir araya toplama, insan zihninin oyunbaz ve sanatsal yönünü işaret eden derin şiddetli bir arzudur, hiç şüphesiz. Ne kadar derin olursa, bir hikayeyi başından sonuna değin dinlemek ya da farklı şeylerden ortak benzerlikler çıkarmanın naçiz esrikliği de şiddetli bir arzu oluşturabilir. Proust, hiç şüphesiz, estetik cennet kuramının temel taşını benzetme yapmıştır ve Plato, onu doğru kavrıyorsam eğer, hangi benzer nesneler dizisinin ortak bir özelliği bulunuyorsa onların da kendi içlerinde ayrı bir mevcudiyeti olması gerektiğini duyumsamıştır; tıpkı bizi dünyaya getiren idea gibi, dünyayı algılayışımız içindeki adcılığın kabusundan ayrı tutulmasını hissetmiştir. Gene de, bir kurşunkalem ve bir kağıttan insan ortaya çıkarmak, bir mağaranın duvarına kanla bizon resmetmek kadar büyülü bir eylemdir; nahif, gölgede bırakılmış ve el yordamıyla yazgınsın peşine düşmüş bir çocuk bu noktada bir şey ele geçiriverir ve dahası göklere yükselmiş övgüyü derinden yaralar.

Sanatsal hareketi, içte uyanan benlik ile ona karşı uyanan madde dünyası arasındaki var oluşum diye tanımladım; ama hiç şüphe yok ki, insanın ailesini memnun etme isteği erken yaşlarda ortaya çıkar ve böylesi bir durum da sanatçının hayatı boyunca içinde taşıyacağı bir şeydir aslında; bu, onun davranışının ne kadar nahoş görünmesine ve işin ne kadar tatmin edici algılanmasına karşın dünyayı memnun etme arzusu olarak baki kalır. Biz, sözgelimi, Henry James’in çok para kazanmayı umduğunu keşfettiğimizde ve James Joyce’un da kendi hakkında çıkan bütün incelemeleri okuduğunu öğrendiğimizde şaşıp kalırız. Sanatçının kişiliğinin anlaşılmasının zor bir karşıt değerliliği vardır: O, bir mağara adamıdır; ancak mağarasında da düzenli biçimde yaşamını sürdürmeyi umut eder. Mahremiyet gereksinimi ve tanınma gereksinimi: Bir çocuğun hassasiyeti her iki gereksinimde de kendini gösterir ve dile getirebilirim ki biraz önce anlattığım o yalvarış dolu mektuplara karşı gösterdiğim tepkideki hareketli muğlaklığı rahatça hissedebiliyorum—insan, mektup almaya can atar ve onları cevaplamakta gönülsüz davranır. Ya da (en iyi bildiğim yazınsal sahneye bir miktar gönderme yaparak) her deyimiyle bizim sevgimize ve yakınlığımıza çanak tutan büyük isteği eşliğinde, Saul Bellow’un bir solukta okunan hararetli kurgusu ve Bellow’un şahsi, hafif mağrur ve farklı derecede huysuz kişisel alanı arasındaki çarpıcı tezatlığı düşünün. Ayrıca, J. D. Salinger, bir kitaptan zevk alan okurların o kitabın yazarına telefon ederek yazara ulaşmalarını öneren bir başyapıt, The Catcher In The Rye, kaleme almıştır; sonra da ömrünün geri kalan yirmi yılını telefondan uzak durarak geçirmiştir. Bir yazar, şunu söyleyebilirim, hiç şüphesiz doğal yaradılışının getirdiği kusurlardan dolayı, dünyayla tek bir kademede iletişime geçmesini sağlayan, bir kulaktan ziyade bir ağız kadar derin görünen mağara şeklinde bir uzuv yaratmıştır. Kısmen, belki de, yazarın kendi bilinçaltı gene yazarla rüyalar aracılığıyla iletişime geçer. Çünkü geri iletim imkanları, cevaplanması gerekmeyen mektuplara, telefon defterine alınmayan adlara, hücum eden yıllık kitap incelemelerine ve hediye edilmemiş ödüllere indirgenildiğinden, böylesi bir iletişim, en güvenilir olanı hariç, herhangi kişisel bir değişimden daha dürüst sayılabilir; buna karşın, çarpıtmaya dair fevkalade imkanlar da kontrolsüzce boy gösterir. Burada, yazarlığın oldukça gizli ve menfur bir iki hoşnutluğunu dile getirirken, öylesine inatçı, karşı koyan ve aşağılayıcı dünyanın da düzeltilen, iyi ayarlanan, hatta kulağı hafif çekilen ve arındırılan bir taklidin rolüne soyunmasını itiraf etmiş bulunuyorum. Gerçeklikte yenilgiye uğrayan imgelemler bütünüyle şımartılabilir; durumun engellenmesiyle yön değiştiren eğilimler de bir sona ulaştırılabilir. Benim durumumda ise, çoğu kez beni şaşırtmayı beceremeyerek, kurgusal karakterlerimin özgün bir biçimde hayatımda peşi sıra boy göstermesine karşın, kendi kurgularımın kahince bir özelliği bulunduğunu fark ettim. Biz, aslında, hem gizli bir var oluş durumundan yola çıkıp hem de bellek üzerinden yazarız eserlerimizi ve yıllar sonra o ağır kanlı yaşamlarımız, tüyler ürpertici bir sadakatle, gerçeklikte kendini dışa vurur; örüntüler ise bizim tasavvurlarımızda yansır.

Ne var ki, vitray avizenin altında kalemini oynatan tutku dolu o çocuktan fazlasıyla, çok hızlı bir biçimde, uzağa düştük. İnsanın, çoğu kez, gerçekliğe başvurmanın rahatsız edici gereksinimi olmaksızın, bir kalemle hem yazıp hem de çizebileceğini ergenlik çağımda keşfetmiştim. Bunun yanı sıra, yazılı sayfaların altındaki mağara, bir çizim defterinin altında bulunandan çok daha fazla çeşitlikteki alana ev sahipliği yapar. Benim yazarlığım, kendi düşünceme göre, yalnızca görsel belirginliğin el yordamıyla resimsel şekle bürünmesiyle ilgilenmekle kalmıyor; kitapların nesneler olarak uzamda, tıpkı bir kanaviçenin üstündeki şekiller gibi, kendi içlerindeki olayların ve insanların bir araya gelip nasıl tasarlandığıyla da uğraşıyor. Ben bu yöntemi önermiyorum; bu, belki de, ilkel anlatı dürtüsünün bir sapkınlığıdır. Hikaye anlatıcılığı, bütün tasvir gücü nedeniyle, müzikle birlikte zamanın da ortamını paylaşır ve belki de sözü geçen bu anlatıcılığın dehasının, onun en merkezi dönüşümünün zamanla, ritimle ve yankıyla yakından ilgisi vardır; bu da, tıpkı bir harmonide olduğu gibi yönlendirilip donatılarak, tablo üzerindeki herhangi bir resim gibi donakalmaksızın, zaman hissine gönderme yapar.

Ancak, insan kazanmış olduğundan daha fazlasın veremez ve biz de yazılarımızda, deneyimlediğimiz estetik duyumları diğerleri adına yaratırız. Benim durumumda, bunlardan bazılarını şöyle sıralayabilirim: Dürer ya da Vermeer’in çizgesel kesinliği, Henry Green’in düşüncesiz-ve-isteksiz atmosferi eşliğinde sözlü ve ruhsal inceliği, Proust’un eğretilemeleri, Kafka’nın ve Joyce’un esrarengiz somutluğu, çözülmüş bir matematik probleminin bileşenlerine dağılıvermesi, özenle dokunmuş gizemli bir hikayenin çözülmesi, bilim kurgunun dünyayı hor gören etki alanı, gerçekten nükteci bir sayfa yazının insanı gözyaşlarına boğan etkisi. Yazmak, gerçek anlamda, pek de önemi bulunmayan şeyler ortaya koymamıza olanak sağlar: bizi güldürür, bizi ağlatır; ve eğer pornografikse ve biz de oldukça gençsek orgazma ulaşmamıza neden olur. Bunun yanı sıra, elbette, uykuya dalmamızı da sağlar; ve bu uyutucu etki, yazarın toplumsal amacının sıkça öne atılan tartışması esnasında bile daima göz ardı edilir; bunun, yazının en yaygın ve kullanışlı etkisi olduğunu sanıyorum— kitap, bir uyku öncesi içkisinden ziyade az sıklıkta karşımıza çıkan yalazlı bir kılıç ya da bir ışık huzmesidir. Yararı ne olursa olsun, toplumun birtakım bireyleri bizim ürünümüzü satın almak isteyerek faydalı bulsun; ama, bana göre, söz konusu diğer insanların refahı, onlarla iletişim, onları asilleştirme ya da radikalleştirme ya da dehşete düşürme ya da onları uyuşturma insanın yazma eylemindeki birincil nedendir.

Hayır, her hevesli yazarın size söyleyeceği gibi, bir yazarın istediği esas şey eserinin basılmasıdır. İnsanın, belirsizce ve gelişigüzel sürdürdüğü yaşamın içindeki değişen izleri yazılı hale —metale ya da ofset baskı makinesinin icadıyla oldukça gizemli biçimde elektriklendirilen bir kauçuğa —dönüştürmek; dilin çift kat büyüsünü, kendi izlenimlerimizin mekanik çoğalımını ve oyunbaz yapıları bir başka varlık alanı içinden geçirerek katmerli ve uzaklara yayılan bir varoluşa; bizim işgal ettiğimizden çok daha geniş bir alana, kuramsal olarak sonsuz bir alana taşımak: bu, aslında, bizi masalarımız başında tutan bir alarmın melodisidir, bizim kasvetli uyarlamalarımız, bizim uykusuzluk telaşımız, sözlüklerimiz, ansiklopedilerimiz ise yapayalnız ve fuzuli olan emeğimizdir. “Bir yığın kitap yazmanın sonu yoktur; ve böylesine yoğun bir çalışma bedenin bitkin düşmesi demektir.” İnsan, mütevazı bir biçimde iyi donatılmış bir kitapevine girdiğinde bile hissedilen bir bitkinliktir bu. Ama böylesi bir durum ancak ticaret ile sanayi dünyasını içerir; ve yazarın benliğini heyecanlandırarak onun sınırlılığı üzerinde bir zafer yanılsaması bırakan imalat ve dağıtım mekanizmasına dair farklı fani hayallerin uyanmasını kapsar.

Bir çocuk olarak kendi özdeğim ve iletim haline gelmenin nasıl olduğunu bulmak için yaşamama karşın, yazma isteğim o özdek ve iletim sayesinde başlamadı; gerçekte bu istek, sözü geçen özdek ve iletimden kaçarak baştan sonra daha iyi bir dünyaya sığınma arzusuydu. Ben on üç yaşındayken, evimize The New Yorker adlı bir dergi alıyorduk ve ben bu dergiyi öyle çok seviyordum ki bütün dileğimi ve çabamı ortaya koyarak dergi sayfalarınca bütünüyle ele geçirilebilmek için kendimi yeteri kadar küçük, mürekkebi andıran ve dikkatli biri olmaya zorluyordum. O noktada, varlığın şekli değişmiş biçimini düşlerdim ve “yazarın yaşamı” denilenin bende vücut bulacağını düşünürdüm. Benim düşlemim, bu düzlemdeki baskıcı konumum ve yeryüzünün yarısını dolaşarak dünyaya tanıklık etmemi sağlayan birinci sınıf uçak biletleri kadar bütünüyle gerçeklikten uzak değildi. Ama sizden hepten riyakâr bir biçimde istemeyeceğim tek şey, bir yazarın yaşamına dair haksız, şüpheli ve hatta korkak bir durumu kabul etmenizdir.

Sanatçılar arasında, bir yazarın araç gereci—hepimizin az çok kullandığı dil gözden en az ırak olandır; dilbilgisi ve yazım kurallarına biraz dikkat ederek acemi insanların olağan maceralarını dile getirebiliriz. Bir ressam nasıl resim yapıldığını öğrenmelidir; onun atölyesi simya ile ilgili maddeleri ve fiziksel kuvveti anımsatan bir yerdir. Müzisyenin uzmanlaşmış ilminin iksiri ve kişisel becerikliliği ise çok daha göz korkutucudur ve hiç tecrübesiz olana daha az uygundur; ve bu nedenle de yazarın hünerinden, her nasılsa, daha az derecede bozulmaya yüz tutar. Bazı ressamların ve müzisyenlerin yaşamlarının en güzel döneminde kötülemeye başlamalarına karşın, çok daha azı ve birkaçı esaslı bir biçimde yazarlığı seçerler. İşimizin sırrı, haince bir incelikten geçer; bizim sanatımız, kulağa gelen harflerin dünyasını belirleyen öylesine akıllanmaz edayla işleyen bir amatördür ve “profesyonel yazar” deyişinin ta kendisinin de pis bir anlamı vardır. Hilaire Belloc, yazarlıktaki güçlüğü anlatırken onun hiçbir zaman bir meslek olarak görülmediğini ama bir hobi anlamına geldiğini söylemiştir. Yazarlık, benim de tarif ettiğim gibi, azim dolu bir oyun temsilidir.

Dolayısıyla, şimdiye değin dili iyi kullanmanın verdiği keyiften, dilin anahtarını elinde tutarak kullanımın muhafızı sayılan ve doğruluğun yürütücüsü addedilen yazardan hiç bahsetmedim. Bu, ne kadar sıklıkla öne sürülürse sürülsün* çok gerçek bir kanı gibi görünmez bana. Dil, sokakta ve sözlü basında yayılıp gelişir ve iyi yazılmış kitaplar dilin yönünü bulmasına dair son duraklardır. Yazar, çoğunlukla sakıngan bir biçimde, konuşma dilini takip eder. Kendimin, kitap eleştirilerinde sözcükler üzerine imleyici olarak tanımlandığını görüyorum. Bu doğrudur; çok dilli esnekliği ve güzel bir şans eseri, iki imparatorluğun bir sonucu olarak, dünya çapındaki değeri ile İngilizcenin içine doğmuş olmaktan dolayı minnettarım. Ne var ki, İngilizcenin kendiliğinden gelen özelliği, esnek dilbilgisi ve verimli anlamdaş sözcükleri nedeniyle noktalamalarla uğraşmadığımın farkındayım; ancak, bazı deyiş ve paragraflar alanına sağladığı potansiyel ve bu potansiyelin gerçeğe dönüşerek taklitten de bir başka gerçeklik meydana çıkarması sebebiyle bu dille ilgilendiğimin bilincindeyim; böylesi bir gerçeklik ise, sonsuz bir biçimde, az ama derinlemesine ele geçirilmiştir; ve derinlemesine insanidir.

Pascal şöyle der, “Doğal bir söylem bir ihtirası ya da bir etkiyi tasvir ettiğinde, insan, kendi içinde, daha önce bilmemesine karşın orada var olan okuduğunun doğruluğunu hisseder. Dolayısıyla insan, bize bunu hissettirebilen kimseyi sevmeye de yatkındır; çünkü o bize kendi zenginliğini değil aslında bizim zenginliğimizi göstermiştir.” Yazarın direnci kendisine ait değildir; o, arkasına dünyayı alarak sayfanın diğer tarafındaki okurların arasından geçerek akan, kendisini öylesine konumlandırmış bir su yoludur. Bu su yolunu tertemiz tutmak onun zahmetli görevidir; yazma ediminde isimsiz olmak yazarın şöhret arayışının da sonu demektir.

Öyleyse, kurnaz özel hırslar ve çizgesel temsil uygulamalarının getirdiği çocuksu bir büyülenmeyle yola çıkarak, sesli bir biçimde kendi kendimi haklı çıkarma arayışı içinde, mahcup bir özgeciliğin içine düşüverdiğimi görüyorum. Bir etki bırakma isteğiyle işe başlayan insan, en sonunda o noktadan mükemmel bir şeffaflık yaratmak ve kendisini, bütünüyle, tıpkı bir mercek kadar işinin ehli bir biçimde odak noktası haline getirmek için o etkiyi yok etmek ister. İnsan, ün peşinde koşarak işe başlar ancak her şeye —her okşayıcı ilgi, konuşmak ve bilge bir adamı temsil etmek için gelen her davet, benliğin ve de bedenin her açlığı— dair korkunç bir sabırsızlık hissiyle nihayete erer ; bu, bizi çepeçevre sararak bizden kat kat üstün dünyaya karşı coşkun tanıklığımızı gölgeleyen ve pıhtılaştıran her şeyi ilgilendiren bir sabırsızlıktır. Yazar, o belirsiz ama incinebilir ve bir zamanlar yitip gitmiş gerçeğiyle, yazar olmadan önce sürdürüyor olduğu değerli hayatıyla başlar işe; ama —yılların işleyişiyle birlikte— o içi boşaltılan ilk etkiler eşliğinde, anlamsız olmasına karşın, kendini hâlâ bir yazarın rolünde, sıradanlığın beklenti içindeki okurları ve hiç şüphesiz bir iletişim alışkanlığı içinde konumlandırılmış olarak buluverir. Bir yazar olarak işte tam o noktada bu hayattan göçüp gider ve hareketsiz kültürel salt bir nesneye dönüşür; ya da benliğini, bir bakıma, deneyimin acemi cereyanına ve zihninin saf faaliyetlerine yeniden sunarak dünyaya gözlerini açar. Alakadar olmayı sürdürmek—Amerikalı romancılardan yalnızca Henry James yaşlılığında bile sanatını geliştirmeyi sürdürmüştür; birçoğu ise, gerçekte, en iyi romanlarını erken yaşlarında ya da hemen hemen erken dönemlerinde kaleme almıştır. Hayattayken yaşadığımız enerji med-cezileri: Başarı da, hiç şüphesiz en az başarısızlık kadar, hayal kırıklığına neden olur; böylece devinim ve öngörü yaratma beklentisinin gücü giderek azalmaya başlar. Neredeyse tek başına kalan yazar, bu yitimden getiri de kazanabilir. Gevşek benliği içinden daha yüksek sesle çağlama fırsatı da gene yazarındır. Çünkü onun bu çağlaması asla bütünüyle kendine ait olmamıştır; o, bu durumun fazlasıyla kaynağı olduğu kadar bahanesi de sayılır. Küçük bir zorbanın, bir kalemi ustaca kullanmasına dair duyduğu haz, kendi içinde, bir kalem olma durumuna karşı her daim bir duygudaşlık taşır; yazar, her geçen gün kendini bir araç olarak düşünürken, onun vasıtasıyla zaman ve yer de adından söz ettirmeye başlar. Eksilmek ve daha çok aktarmak, enerjiyi bilgelikle tazelemek—yaşamının orta yerini geçmiş biri olarak böylesi bir umutla— neden yazıyor olduğumun gerekçesidir.

******** ******** ********

Çev: Deniz Gündoğan



* Mart 1974, Adelaide, Güney Avusturalya.

* Ödül o yıl Avusturalyalı Patrick White’a verilmiştir.

Oswald Mtshali, Zululu şair. Hem kendisi hem de Nadine Gordimer Adelaide Festivali’nde yer almıştır.

* Iris Murdoch tarafından 1972 Blashfield Konferansı’nda öne sürülmüştür.

HEYKEL

HEY-KEL

Çok soğuk. Bütün uzuvları, kıvrımları. Dondurucu neredeyse. Kalın kaşları, hafif badem gözleri, kalkık burnu. İnce elleri, biçimli kolları, taraklı ayakları. Bembeyaz. Pamukça düşen karlar yutmuş onu. Ve bir insan boyunda duruyor öylece. Tam önünde. Demir atmış bekliyor. Evin içinde, yatak odasının sağ uç köşesinde… Ferforje boy aynasından yansıyan cılız ip ışığında. Yatak çarşafının solgun sarısını dikine kesen ışık altında. Bıyık altından bakıyor. Nereye? Bunu bir tek kadın görebiliyor. Ölgün, sarı çiçekli nevresim takımını aşk diye bir şeyden kudurtan. Çiçek coşturan çarşaflar sonra. Kan kırmızısına kesen; ya da ezilmiş nar taneleri kıvamında. Niçin? Çünkü buz gibi şey önünde işte. Şey. Bir nesne. Aşkın öznesi olmaya özenen; öylesine.Ama olamayan bir türlü. İçinde fokurdayan azgın bir şey varmış gibi. Gibilerden bir hayat. Belki de bir hayâl… Sahip olunası, ama hiçbir zaman kendisinin tutamadığı bir şey. Onun bembeyaz bir bedende yeniden görünmesi. Rüyalara rengârenk fırça darbeleri . Kabuslara zifiri bantlar. Ağzına yapıştırılmış suskular. Siyah cam dudaklar. Ama göz. Görüyor.

Kaptan.

Son seferine çıkmadan önce. Şapkasıyla. Gereğinden fazla mağrur. Kalın kaşları çatık. Kalkık burnu ne güzel. Dudaklarıysa sade bir mermer parçası. Pürüzsüz. Ve öpülesi. Üniforması ve düğmeleri. Kadınına hep kapanan o düğmeleri. Uykuda değil ama. Sonra başkasına açılan belki de… Belki değil aslında. Kendiliğinden; hiç düşünmeden. Şık pantolonu; incelikli ütü çizgileri daima. Kadını hiç buruşturamamış o pantolonu. Buruşturduysa da anımsayamıyor. Artık. Çok önce belki de. Gençliğin o ilk dokunuşlarında… Pencerelerden süzülen yağmur damlaları. Hızla giden bir trenden atlamak el ele. Ya da öyle şeyler işte. Anımsamak yakıyor yüreği. Elinde yine piposuyla görmüş ilk onu, mesela. Köşeli çenesini çevreleyen simsiyah sakalının ucundan gülümsüyor. O pipo… Tel sarma işlemeli kahverengi pipo. Minyatür kaptanın piposu da ağzında yine şimdi. Görünmeyen dumanlar her yerde. Bütün oda. Boğulmalarda. Suratı, burnu, ağzı. Yüreğini ince damarları soluyor dumanı. Ciğerleri simsiyah kanatlarla havalanıyor. Kendisi kara bir kadın; karşısındaki aklar içinde bir adam. Oysa, söz vermiş ona… Çok önce…

“Merak etme; birkaç hafta sonra gelir alırım heykeli…”

Öyle diyor adam.

Ama gelmiyor… Gelmiyor kendi heykelini almaya. Öylesine her şeyin farkında çünkü. Kadınını adamıyla baş başa bırakıyor. Bilerek. İnadına. Ve kadın…Narsisimin azgın köpüklerinde nicedir. Dibe çekiliyor. Kayboluyor giderek. Aslında bıraktı bırakacak adamı. Ama hep bir engel. Hümeyra’nın sesinden “Kördüğüm”. Her gün. Her gündüz, her gece. Ve gecede uyku. Şeker tadında bir ölüm, her nasılsa. Soğuk ama heykeli yanına aldığı an başında bitiveren o arsız ölüm. Yalnız değil; kimsesiz değil. İnsansız çünkü. Bırakmaya hazır değil çünkü. Bir öpücük daha. Başını da göğsüne koyversin hele. Ay görünmez olsun. Ondan sonra. Adam yok, heykel var..

Nasıl…

Ve Heykel gecede var… Koynunda. Onu yatağa taşımanın terinde ama onu öpmenin serinliğinde.

Ne zaman

Ve Heykel gündüzde yok. Güneş doğduğunda yatağın sağ tarafı boş çünkü. Odanın öteki ucundan bir soğuk günaydın sadece.

Kadın kahvaltı tabağındaki böğürtlen reçelinden bir kaşık daha alırken… Anımsamak yakar yüreği…

Son seferine çıkmadan önceki gece gözlerinin önünde şimdi:

Bir değil iki kişi olarak geliyor eve adam. İki kaptanı var evin artık; kadının da iki adamı. Ya da kadın öyle sanıyor.

Akşam yemeği için bahçedeler. Maço, bahçedeki taş havuzun bir kenarına kıvrılmış uyuyor. Habersiz, telaşsız. Sonra. Taş kesiliyor evren. Girintili çıkıntılı, eğri büğrü koskocaman bir taş. Zaman susuyor.

“Gidiyorum ben, Lale…Gidiyorum uzunca uzaklara. Sen gelmedin. Hiçbir zaman. Ben gittim. Gittim ben. Sensizliğe alıştım.”

Zaman patlıyor. Her bir parçası etrafa… En sivri uçlusu Lale’ye batıyor. Canı çok acıyor. Çok ama.

“Sana bu heykeli bırakıyorum. Bir süreliğine elbette. Ben gidiyorum. Adaya. Su’ya.

Merak etme; birkaç hafta sonra gelir alırım heykeli…”

Ve Adam, Kadın’ı yaratıyor; şekil veriyor yeniden. Yaratılış efsanesindeki gibi. Cennet bahçesi. Adam, kaburgası değil şimdi. Ama ruhundan bir parça elinde. Oynuyor öylece. Bir oyuncak gibi. Oyun hamuru gibi. Çok önce bir kalp yapmış. Küt küt de küt… Pat pat da pat. Şimdi de kızıl saçlar arasına aklar dolanmış orta yaşlı… gözü de yaşlı… bir oyuncak. Yaratıyor. Burasını kanatayım biraz; biraz da şurasını… Orasını….

Düşünüyor Lale şimdi. Anımsamanın yangın yerinden düşüvermiş yeryüzüne artık. Birbirlerine ait ne kadar da farklı anılar aslında. Kadın, “öteki”ne, “Su”ya karşın…. Tek bir hamlede düşüveren bir can. Ezilmiş, çürümüş ama. Adam, yepyeni. Yağmur sonrası toprak kokusu gibi. Sadece saklı kalmış adası için… Gidiyor. Tek yönlü bir bilet.

Şimdi kadın ve zihin. Yinelenen oyunlarda; saklambaçta… Yakan topta belki de. Çünkü adamın elinde ağırlığınca bir top nicedir. Çünkü heykelini de gelip almıyor Besbelli inadına. Her şeyi o kadar aydınlığın kucağına bırakıp gidiyor.

“ Güzel bir yere koyuver bu güzel beyaz adamı, Lale. Bir şey olmasın. Hatta her gün iyice bakıver de toz moz olmasın. Merak etme; birkaç hafta sonra gelir alırım heykeli…”

Alay ediyor açıkça. Küstahlığını simsiyah sakalı bile gizleyemiyor. Sonradan burjuvaziliğini de… Motoruna atlayıp gidiveriyor öylece.

Gene şarkılar söylemeye devam olsun…

*Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni…

Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni…

Gitme gitme, gittiğin yollardan dönülmez geri

Gitme gitme , el olursun sevdiğim incitir beni

Sonra… Günlük oyalanmaları, çevirileri, yazıları devam olsun. Lale. Yazar Lale. Daha çok içine kaçan bir kadın. Gözlerinde tren yolları. Yüreğinde kuşlar. Bir düşünüyor, iki düşünüyor… Romanları, öykülerin aşkları ve Lale. Görüyor her şeyi orada; ama konuşmuyor. Yalan diye bir şey yok galiba! Anlamaya başlıyor. Ama zamanla….

Saniyeler, dakikalar, saatler

Günler, aylar, yıllar

Takvim yaprakları birbiri ardına. Lale’nin inandıkları da birbiri ardına… Şeye benziyor bu. Devrim inancına sanki… Sosyalizmin çökmesi. Ve gençliği. Ve geriye. Uğruna direndikleri; kaptanla birlikte… meydanlarda, sokaklarda. Beyoğlu’ndaki o ufacık evde…Çıplak sarı bir ampul ışığında bir gaz sobası eşliğinde. Düşledikleri dünya. Eşit insanlar. Haklar. Daha iyisi için. Pankartlarla, dövizlerle, afişlerle, sloganlarla. Hele o “Mayıs”! Ne kadar gerçek. Ne denli umut. Bir o kadar gözyaşı. Küskünlük aslında. Alandaydılar. Her şeye karşın.

Ama şimdi…. İnandıkları…özgürlük…her şey uçuveriyor. Sadece ürkek bir hayâl geriye. Tutsak fena halde şimdi. İnancından, düşüncesinden ötürü de tutsaktı, otuz yıl öncesi gibi. Ama kaptan vardı o zaman; gerçek bir kaptan hem de.

Heykel’i yoktu en azından…O günlerde….

Saniyeler, dakikalar, saatler

Günler, aylar, yıllar

*1980, Ezginin Günlüğü

Ve hayat artık. Görüyor ama hiç mi hiç konuşmuyor…

Ve hayat artık. Dinliyor ama ne bir söz ağzından….

Ve hayat artık. Bıkıyor bütün bunlardan.

Ve hayat yüreğinden, gözlerinden geçerken bir gün:

Ayıyor. Her nasılsa.

Konuşuyor “yeter artık. Çünkü sen kayboldun. Geri dönmen imkansız. Önce gerçeği söyle ve sonra yap istediğini…”

Lale de şaşırıyor. Kafası çok ağır çünkü.

Yeter artık; hiçbir şey eskisi gibi değil!! Lale’nin birinci çığlığı…

Yeter artık; aslında SEN hiç sevmedin ki!! Lale’nin ikinci çığlığı…

Çünkü ben kayboldum, geri dönmem imkansız!! Lale’nin üçüncü çığlığı….

Oturduğu yerden kalkıyor. Kalkmayı beceriyor. Daktilosunu kaldırıyor masasının üzerinden. Kaç günlük kimbilir geceliğini çıkarıyor üzerinden. Mor çiçekli uçuşan elbisesini geçiriveriyor hemen. Kolsuz ve v yakalı mini bir elbise. Bedeninden utanmıyor bu sefer. Zaman ve yaşam. Biriktirdiklerinden utanmıyor tuhaf bir şekilde. Ve hayat. Her şey böyleyken kalk diye fısıldıyor artık. Ve hayat canına tak etmişken git diyor artık. Duyuyor Lale. Her iki kulağına kaçan Su… Onu tıkamıyor artık. Nedense. Çünkü açılıveriyor birden kulakları… Kirli kopkoyu bir sıvı. Ötedeki denize akıyor öylece.

Şimdi telefon rehberine yöneliyor istemsiz. Eski tanıdıklara dair bir iki şey arıyor. Buluyor. İnce dudaklarında çarpık bir gülümseme. Günlerdir taramadığı saçını ellerinin arasına alıyor. Düğümlerini çözmeye başlıyor. Tarıyor… Tarıyor. Tarıyor. Taranmamışlığı. Önce topuz… Eline söyle bir sarıveriyor upuzunluğu. Ama sonra vazgeçiyor. Nedense. Açık kalsın. Dökülsün. Omzundan aşağıya. Çünkü… … İçinde sıra sıra trenler, yollar geçmiyor. Artık. Son durak. Valiz toplanmalı. Hayat uyandı çünkü. Biraz uzağında upuzun yeşil yollar. Güneşi üstünde tüten ayçiçek tarlaları.

Ve hey hayat yine… Önlemler, yasaklar. Hepsi siliniyor ardı ardına. Kendi kendine koyduğu ışıksızlık… Şu uyku hali…Sevgisizliğin boşluğu. Sessizliğin koynu. Tablo boşalıyor giderek…

Bahçe kapısından çıkıyor dışarıya. Kaçar gibi Lale. Anahtarını almıyor. Kapıları kilitlemek yok Kilitler fora! Karşı kıyıdaki Midilli’nin ışıkları yanıyor gözlerinde. Alacakaranlığın ortasında, dallarda zerdali çiçekleri ve rüzgâr. Uzunca zamandır gördüğü düş— kabus- . Esinti alıp götürüyor. Uzunca uzağa. Kanadıyla saçlarında huzur, ellerinde nergis kokusu. Lale kokusu. Çünkü eski bir sevdadır akıntıya karşı kürek. Eski bir sevdadır eski hayâlleri aramak. Ya da her neyse artık… Çözülüyor. Yumuşuyor. Ayakları çilek tarlasında. Yaban çileği kokusu. Yürüyor ardına bakmaksızın. Dilinde bir gençlik şarkısı; “şimdi ben oldum yeniden”… diyerek… Yürüyor. Omzunda küçük bir çanta. Heybemsi. Kasabaya iniyor ağır adımlarla. Oradan da… Kübalı bir grup gelmiş. Çok iyi jazz-latin çalıyorlamış. Eğlenceli olurmuş. Öyle söylendi telefonda.

Kasabadan biraz daha uzakta şimdi Lale. Arnavut kaldırımlı sokağı çoktan geride bırakıyor. Bir tarafında kavun tarlası bir tarafı beton sahil kent. Minibüs bekliyor.

Ne kadar uzun zaman oluyor bir araca binmeyeli, pencere kenarına oturmayalı. Camı açmayalı. Aracın hızıyla… rüzgârda saçları dağılmayalı. Hepsi oluveriyor şimdi. Minibüs şoförüyle bile… sohbet ediyor. Oysa ne kadar olmuştu…İçine kaçalı. Şimdiyse… neredeyse vahşi bir şeyler çıkıyor içinden, açık camlardan. Dışarıya kaçıp giden… Sadece giden… Keşfi aleme doğru. Gecikmiş de olsa…

Bazen eski defterleri açmaz mısın ya da sadece kapamaz mısın? Bir kitap kapağını kapar gibi… Bir pencereyi rüzgârdan kaçırır gibi…Ya da rüzgârı pencereden… Öylesine sade. Sorgulamanın yaprakları dökülüyor çünkü. Çıplak bir ağaç geriye. Yerde kurumuş, içine büzüşmüş yürekler. Sarmal ölgün ruhlar…Kapanan defterde hepsi şimdi. Defterse…Bir yangın yeri… Küllerinden doğamayacak kadar…

Yepyeni Lale Kabuk atmışlığın hazzında; duru şaşkınlığın keyfinde; tıpası açılan kulaklarının sesinde; yaban çileği kokan yüreğinin sarhoşluğunda. Ameliyattan yeni çıkmış sanki.

Heykel?

Bahçe kapısından çıkmadan önce duraladı… Ne dersin şimdi buna hayat?Ne dersin ha? Hayatın her duruma hakkı var mıydı?

Bodrum katında olmalıydı. Bütün alet edevatların içinde. Aklına ilk gelen o oldu nedense…

Sonra… Bembeyaz parçalar… Evin her köşesinde…Bir el, bir kol…bir pipo… bir bacak, bir ayak… Nicedir suskun balyoz da dayanamamış açmış ağzını artık. Bir burun, bir kulak… Yerlerde sürünen şapka kırıkları…Mağrur kırıklar… Tuzla buz olmuş dudaklar…Mühürlü dudaklar… Geriye…Mermer toz parçacıkları…Sadece…

Hey-kel…

İçimdeki sulara
İçimdeki sazlıklara
İçimdeki bataklıklara
Seni bırakıyorum*

Bırakıyor...Öylece... Başka bir ben’e...Huzurla... İnce dudaklarında hafif... haylaz... bir... gülümseme....

*Seni Bırakıyorum,Lale Müldür

Unutma Bahçesi

Geçmişten düşen bir damlayız birbirimizin aksinde

yinelenen yinelen…

Geçmişten kopan bir acıyız ertelenmişliğimizde

dağlanan dağlanan…

Oysa ne düşlerimiz vardı arka bahçemizde saklanan

çocukluğumuzun masum gözlerine sığınan,

Başı ellerinin arasında,

telaşlı bedeni büzüm büzüm

Bir çınarın gölgesine sinen.

Çok mu uzak geçmişin şimdisini yakalamak

ya da çok mu yakın şimdinin geçmişini anımsamak

Hangisi daha kolay diye sorsam,

Hangisi daha az acıtır peki?

Kapatsam gözlerimi,

Uzansam…

Geri dönebilir miyim sence,

Haylaz oyunlar oynadığımız

O “Unutma Bahçe”mize….

Ocak-2005