8 Kasım 2008 Cumartesi

"Ç.E.V.İ.R.M.E.N" SEVGİLİ YURDANUR HOCAM'DAN....

“Ç.E.V.İ.R.M.E.N.”

NE DEMEKTİR?

Ağır Bir Soruya Hafif Bir Yanıt

Yurdanur Salman

Ç- Çile Demektir

Çevirmenler çileci kişilerdir. Genlerine mazohistlik karışmış olmalıdır. Okuma-anlama, yorumlama, yazma konusunda - bazen - üstün beceriler geliştirmiş olmalarına karşın, ömür boyu zevkle okuma, yorumcu olma, yazarlık yapma gibi daha doyurucu uğraşları seçmezler de, başkalarının ürettiği metinlerle uğraşıp durmak gibi - pek de akıllıca görülemeyecek - bir uğraşı seçerler. Bu seçmeyi neden yaptıklarını, çevirmenlere ancak kendileri - ya da ruh doktorları - açıklayabilir.

E - Emek Demektir

Emeklemek olarak da anlaşılabilir bu. Çünkü çeviri becerisini elde edebilmek için uzun süre yerlerde sürünmek, sayfaların üzerinde emek-le-mek gerekir. Çeviri uğraşının ne denli büyük, uzun süreli, acılı, sancılı - sonunda hep eksiklik ve yetersizlik duygusu bırakan - bir emek harcaması olduğunu ancak, bir sayfa bile olsun çeviri yapmayı deneyenler bilir. Uzun metinler, kalın kitaplar, yaratıcı yazılar çeviren - deviren değil!- çevirmenlerin bunu nasıl ve neden yaptıklarına hep şaşmak gerekir. Toplumsal düzenimiz içinde her emeğin, olumlu ya da olumsuz bir ödülü olması gerektiğine göre, çevirmenler için de belki okurlarının hayır dualarına gereksinme duyan emekçiler ya da kendilerini bilgiyi ulaşılabilir kılmaya adamış Tanrı kulları olarak bekledikleri - ve bazen belki buldukları - bir ödül vardır kendilerince. Yoksa, güzelim emekleri boşa gitmiş demektir.

V - Vasıta/Aracı Demektir

Çevirmen, vasıta/aracı olmayı seçmekle, gene alçak - ama çok alçak - gönüllü davranmaktadır. Atasözü “Alçak eşeğe herkes semer vurur,” der, ama kendilerini bilen çevirmen o tür alçaklardan değildir. Her yayıncı çevirmene istemediği kitabı çevirtemez. Çevirmen etinden kanından damıtacağı, güzel aklından süzeceği metinleri kendisi seçer, kendince yorumlar ve başka bir dilde - organik olarak - yeniden örer. Bu aktarma/iletme/kotarma işine beyninin hücreleri, hücrelerinin çekirdekleri, DNA’ları, akıllı genleri dörtnala koşarak katılır. Katılmıyorsa, çevirmen iyi bir vasıta/aracı/iletken olamamış demektir. Yazın çevirisi yapıyorsa, çevirmenin eski hücrelerindeki kayıtları tam kapasite kullanması, sinir uçlarını daha da uzatması, titreşimlerini arttırması, arada bir delirmesi ya da delirmeye yaklaşması, ama hemen sonra aklını yeniden başına toplaması gereklidir. Yazarlar ve şairler zaten normalin dışına taşmış kişilerdir. Aynı taşkınlığı yakalayabilmek, ama milimetresine dek ayarlayabilmek, aşırı taşkınlığa kaçmamak, azımsanacak beceriler değildir. Çevirmen de o yazar, o şair ölçüsünde oyuncu, yaratıcı, çılgın, renkli, aykırı, ölçüsüz, ince ayarlı, coşkulu, bazen de numaracı (?) olabilmek ister istemesine, ama haddini bilmek zorundadır. Vasıta vasıtadır: Vasıtalığının ölçüsünü bilmek durumundadır!

İ - İş Ama Çok Zorlu İş - Demektir

Çevirmenlerin işi hiç bitmez. En iyisi bu işe hiç başlamamaktır, ama çevirmen - her nedense ya da her nasılsa - başlamıştır bir kez. Yazar tek bir metinle uğraşır; belki metnini yeniden yazar, kısaltır, uzatır, değiştirir; metin onun tekelindedir, kafasındadır, elindedir, metnini istediği dozda ayarlama, istediği yerde kesme, istediği dönemeçten istediği hızda ya da ya da kopuklukta döndürme özgürlüğüne sahiptir. Çevirmen - isteyerek seçmişse - yazarına bir yandan sevgi duyar, özenir; bazen de kızar; gene de büyük bir saygıyla yaklaşmak zorundadır ona!

Çevirmen, kölesi olmadan izlemek zorundadır yazarını. Tanımak, bütün yapıtlarını okumak, o yapıtları açıklamaya yardımcı olacak kaynaklara başvurmak zorundadır. Zaten özgün dili öğrenebilmek için yeterince çile çekmiştir gençliğinde. Şimdi de o yazarın, o yapıtın özgün dilini çözmek için daha çileli bir yola girmiştir. Kendi metnini - ürke ürke - üretmeye girişir. Bu ilk çekiştir - derin bir iç çekiş de olabilir bazen elbette! Biçem yakalanmamıştır, anlam tam çözülememiştir, titreşimler aynı incelikle aktarılamıyordur! Ara vermek gerekmektedir; hava dağıtmak gerekmektedir. Hava değişimi bile gerekebilir bu aşamada! Neyse, başlanmış işi bitirmek, ama mayayı da tutturmak gerekir. Bütün bunlar çevirmenin, kimsenin anlamadığı, belki tahmin bile edemediği dertleridir. Bu arada çevirmenin benzi iyice sararabilir; bunu ancak onu çok sevenler - belki annesi, sevgilisi, can dostları falan - fark edebilirler. Bu gibi dertler içinde çevirmen başladığı metnin çevirisini, birkaç yazımdan, binlerce düzeltmeden ve ince ayarlamadan sonra, ama her zaman başlangıçta tahmin ettiğinden çok daha uzun bir sürede tamamlar. Yayıncısına teslim ederken - hiç kurtulamadığı “eksiklik” duygusu nedeniyle - boynu biraz büküktür, özür diler gibidir. Yayıncı da bunu hemen sezerek çevirinin telif hakkını düşük tutma ya da çeviri ücretinin ödenmesini erteleme fırsatından yararlanır. İşte çeviri, çevirmenin başına, metni çevirmenin getirdiği o zorlu işin dışında böylesi işler de açar. Evet, çeviri çok zorlu bir iştir!

R - Rahatsızlık Demektir

Bir çeviriyi tamamladıktan sonra çevirmen rahatlama isteği duyabilir, çünkü yorulmuştur, ama - çevirisine ilişkin olarak - içini hiçbir zaman bir rahatlık duygusu kaplayamaz. “O sözcüğü kullanmasaydım”, “O tümceyi öyle bitirmeseydim”, “Keşke son paragrafı daha vurucu kılsaydım”, “Kahraman iç çekerken ‘of’ sözcüğünü dört yerine beş ‘f’ koyarak yazsaydım”, “Küfürleri pek fazla sansür uygulamadan kullansaydım”, “İngiliz mizahının dozunu Türk mizahının dozuna çıkarmasaydım”, vb. vb. gibi pişmanlıkların getirdiği rahatsızlıkla günlerce dertli dertli dolaşır. Basılmış metni eline aldığında, ‘of’u yazarken kullandığı dört harfin, ikiye indirilmiş olduğunu görünce intiharın eşiğine gelir, ama bütün bunları her nasılsa atlatır... Hatta aynı yazarın ikinci bir kitabını çevirmek için aynı yayınevince ikna bile edilebilir. Bu da hiç anlaşılabilir bir şey değildir. Çevirmenimiz iyice rahatsızdır gerçekten!

M - Marifet/Beceri Demektir

Çevirmenin bir “dil canbazı” olması beklenir. Canbazlık, canıyla oynamak anlamına geliyorsa, çevirmen gerçekten canını tehlikeye atmaktadır. Uzun ve derin anlamlı metinlerin içine dalmak gözüpeklik ve çeşitli marifetler, beceriler edinmiş olmayı gerektirir. Bu marifetler, tıpkı derin sulara tüpsüz dalmayı öğrenmek gibi yavaş yavaş, sınaya deneye, düşe kalka, canını dişine taka taka edinilmiştir. Çevirmen bu marifetleri geliştirmemişse, gereken düzeyde edinmemişse, metnin derinlerinde ya da sığlarında boğulması işten - onun işlerinden biri - bile değildir. Bu gibi nedenlerle boğulan - yazarını da boğmuş olan - pek çok çevirmen vardır ama onların, üstünde adları yazılı mezarları olmadığından kimse ruhlarına hayırdua - ya da başka bir şey, hele hele anlamsızlıkta boğdukları metinlerden parçalar - okumaz, Marifetlerini geliştirmiş, bilemiş olan çevirmenin çevirilerini okumaya doyum olmaz. Bir çevirmenin geliştirebileceği üst-marifet ya da meta-beceri, mayayı tutturup tutturamadığını bilebilmesi, kendi pişirdiği aşın tadına - kayınvalidesinin bakacağı gibi acımasızca - bakabilmesidir!

E - Er-iş-mek Demektir

Her iyi şey sabır işidir, ama çevirmenlik - özellikle de yazın çevirmenliği - “Ya sabır!” işidir. Tıpkı Sisiphos’u, taşı yeniden tepeye çıkarmak üzere, bunun bilinci içinde aşağıya inerken takdir ettiğimiz gibi, çevirmeni de - hangi haklı ya da delice nedenle olursa olsun - başından kalktığı metnin çevirisine yeniden dönerken takdir ederiz. O kararlıdır, yazgısını kendisi seçmiştir, ermiş sabrıyla çalışması gerekir - zaten yazarın metnindeki gerçeklere, biçemin dozuna, dilin binbir oyununun işleyişine ve 99’uncu sayfaya yeni ermiştir - ayağı daha yeni suya ermiştir! Bu noktada bu metni bırakmak ya da sabrı, emeği, çileyi gevşetmek olmaz. Bu bilgiye birinci kitapta erişmek o kadar da kolay olmamıştır, ama ikinci, üçüncü, dördüncü kitaplarda çevirmenin kendisiyle ilgili olarak hikmetine erdiği gerçek şudur: “Bir kere yaptım, bir daha yapabilirim. Belki daha da kolay yapabilirim. Ne de olsa bu işin nasıl yapılacağını, en çözülmez görünen kesimlerin yeterince uğraşınca çözülebilir olduğunu, bitmeyecek gibi görünen uzun metinlerin bir gün gelip bittiğini yaşayarak gördüm. Bu da bana yeter! Bu metnin de sonuna er-iş-ebilirim.”

N - Neden Demektir

Bazı kişiler, “Neden çeviri yapmayayım, dil biliyorum ya!” derler. Yayıncıların çoğu yabancı dil bilenlere, “Neden - bize! - çeviri yapmıyorsunuz?” derler. Bazı çevirmenler de en son kitaplarını teslim ettikten sonra bile kendilerine, “Neden çeviri yapıyorum ben?” diye sorarlar. İlginç olan soru - anlamsız gibi görünse de - bu sonuncusudur, çünkü insanın giriştiği anlamlı ya da anlamsız işleri, uğraşları zaman zaman - iş işten geçtikten sonra bile- sorgulamasında yarar olabilir. Çevirmen, “Neden çeviri yapıyorum?” sorusunun yanıtını kendine hiçbir zaman açık seçik veremeyecektir, ama onun yanıtlaması beklenen başka bir soru vardır: “Nasıl/Ne kadar/Ne ölçüde iyi çeviri yapıyorum?” Elbette burada “iyi çeviri”yi belirleyen ölçütlerin ne olduğu sorusu akla gelebilir. Bu ölçütleri saptayabilmek son derece güçtür. Çeviri kuramı ne derse desin, bu sorunun yanıtı çevirinin okurunda gizlidir. Kitabın kaç okura ulaştığı, ulaştığı okurların neresine ne kadar ulaştığı da bilinemez. Bu nedenle de çevirmen bir yandan çileli uğraşını sürdürürken kendine, “Neden çeviri yapıyorum ben?” sorusunu sorup durmadan edemez.

Yurdanur Salman-2002


2 Kasım 2008 Pazar

KURMACA YAZIN VE KADIN


Edebiyatta, yazın dünyasında kadın imgelerinin ya da gerek erkeklik gerekse de kadınlık kurgularının esas olarak daha çok erkek yazarlar tarafından oluşturulduğu geçmiş zamanlardan bugüne dek gözlemlenen bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gözleme dayanarak da yazın dünyasında kadın yazarların niceliğinden söz etmek bu bağlamda zor görünen bir olgu haline gelmiştir çoğu zaman. Zira, ataerkil bir dil düzeninin içinde yaşamak, edebiyatın nesneleri olan kadınlar için ayrıca bir sorun teşkil etmiştir. Aklın özerkliği, nesnel doğrunun üstünlüğü, nesnel gerçeklik üzerinde giderek aratan egemenlik, kadınların akılla değil doğa ile özdeşleştirilmesini de meşrulaştırırken, kadınları edebiyatın öznesi haline gelmelerini de güçleştirmiştir. Ancak, tarihte 18 .yüzyılda kadın erkek rollerinin toplumsal tanımlamalarının kadın açısından gerçekte ne demek olduğunu anlamaya, bir açıdan da anlatmaya yönelik bir kadın hareketinin oluşmaya başlaması her daim söz edilen erkek/akıl, kadın/doğa ikiliklerini de kırmaya başlamıştır hiç şüphesiz. Dolayısıyla kadınlar, yüzyıllar geçtikçe toplumun ve dolayısıyla edebiyatın hem nesneleri hem de ciddi bir biçimde özneleri haline gelmiştir. Ancak kadınlar için, politika, sosyal yaşam, sanat alanında kadınlık ve erkeklik kurguları açısından birçok tehlikeler ve tuzaklar bulunduğu gibi edebiyat alanında da tehlikeler ve tuzaklar kaçınılmaz olmuştur. Ne vark ki kadınlar bütün bu karşıtlıklara, kıstırılmışlıklara, tehlikeler ve tuzaklara gene yazarak cevap verirken kendilerine has özel bir yazın türünü de beraberinde getirdikleri, ataerkil ideolojiyi kırma çabasının yazın yolundan geçtiği de pekâlâ öne sürülebilir.

Öncelikle yukarıda söz edilen ataerkil ideolojiyi kırmanın temelinin 18. yüzyıla dayanan bir çabanın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Zira 18. yüzyıla değin kadının yerinin evi, salt ev işlerinin alanı olduğuna ilişkin evrensel bir inanç hakimliğini korumaktaydı. Sanayi devrimiyle birlikte erkekler fabrikalarda yani hane dışında çalışmaya başlarken kadın da daha ziyade eve mahkum edilmekteydi. Böylece kamusal/özel ayrımı da yoğun bir biçimde belirginleşmiş, toplumdaki sınırları belirlemişti. Ancak, 18. yüzyılın eşitlikçi olmakla birlikte erkek merkezli ideolojisine ilk kez 1845’de Margaret Fuller, Woman in Ninteeth Centruy- On dokuzuncu yüzyılda Kadın- adlı kitabından ilk kez bağımsız bir kadın kültüründen söz etmekteydi (Kadınlar Dile Düşünce, 2004: 23). Ona göre kadınlar içlerindeki cevheri işlemeliydiler. Ardından, 19.yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde kadın hareketi, bir her döneme göre giderek ivme kazanmakta ve eşit haklar kavgasına hep bir yenisini daha eklemekteydi: Toplumun her parçasına - aile, yönetim, politika sanat, edebiyat - son derece baskın biçimde hakim olan erkek egemen toplumu etkileme; hatta onu dönüştürmeye yönelik sistemli bir çaba.

Bu noktada aslında feminist eleştiri kavramını da kısaca irdelemek ayrıca önemlidir. Zira, ataerkil bir dil içinde bir nevi hapsolan kadınlar için, sözü edilen ataerkil dil düzeninin değiştirme sürecinde en yetkin araçtır yazın. Feminist bir yazın anlayışı da, edebiyatın içerdiği çeşitli ataerkil tuzaklar karşısında yepyeni bakış açıları kazandırmayı amaç edinmektedir. Dolayısıyla, eşitlikçi düşünceyle kadın hareketlerinin başlangıcına ilham veren 18. yüzyıldan itibaren, kadının erkeğin karşı kutba yerleştirdiği “öteki” olarak nitelendirilmesini irdeleyen, sorgulayan ve farklı bakış açıları ortaya koyan bir eleştiridir feminist eleştiri. Feminist eleştirinin, edebiyat eleştirisine asıl katkısı ise, yazın eleştirmenlerini “kadın imajı” kadınlık ve erkeklik kurguları” üzerine eni konu düşünmeye, bu konuya farklı pencerelerden bakmaya zorlamak olması. Buna göre değişik feminist yaklaşımlar, gerek kültürel olarak belirlenen kadın, gerekse kültürel olarak belirlenen erkek rolleri ve bu rollerin yazın metni üzerindeki izdüşümlerini incelemiş, sanat yapıtı açısından bu izdüşümleri eleştirel bir yaklaşımla sorgulamışlardır bugüne değin. Örnek olarak, Sandra M. Gilbert ve Susan Gubar’ın Madwoman in the Attic-Tavan arasındaki Deli Kadın- adlı yapıtı 19. yüzyılın farklı bir geleneğini ortaya çıkarmıştır: Kadındaki yazarlık korkusu. Gilbert ve Gubart, kadın sosyalizasyonunun kadının yaratıcılığına yaratıcılığına nasıl yansıdığını şöyle açıklamıştır: “Kadını, melek gibi davranmadığı takdirde canavar gibi gören bir toplumda, melek olmadığını bilen kadın kendini canavar gibi görmek ya da bu bilincin suçluluğuyla bir sürü hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmıştır. Histeri, anoreksi… Bu hastalıklara kadın romanlarında sıkça rastlanır.” (Kadınlar Dile Düşünce, 2004: 24-25)

Dolayısıyla yavaş yavaş etkinliğini arttıran feminist eleştirinin asıl amacı zaman geçtikçe daha da net bir tablo ortaya koymaya başlamıştır: Cinsiyet rollerinin yazında nasıl kurgulandıkları ve gerçekte nasıl kutuplaştığı ve erkek egemen ideolojilerin yazın yapıtında nasıl şekillendiği ve kadını nasıl, nerede konumlandırdığı ve bu ideolojilerin ve kurguların da gerçekte kadın için ne ifade ettiği, yazıda nasıl yeniden doğru okumayla değişiklik göstereceği son derece ciddi bir inceleme alanı olmuştur. Artık edebi gelenekleri oluşturan ve yazında kilometre taşları sayılan klasikler, klasiklerin çevirileri, sanat yapıları yeniden incelemeye alınmış, bütün imgeler tersyüz edilip yeniden yorumlanmaya açık hale getirilmiştir. Kolodny, 1980’de yazdığı makalesinde aslında bu yeni feminist eleştirinin de çıkış noktasını belirlemişti bir bakıma. Kolodny’in üç saptamasına göre; “ Edebiyat tarihi keyfidir, hatta bir kurgudur. Metin okuma yöntemleri bu kurguyu sürdürmemiz üzere bizi koşullandıran yöntemlerdir. Bu yüzden gerek eleştirel değerlendirmeler gerekse bu değerlendirmelere dayandırılmış “temel okuma” listeleri keyfidir.” (Dancing Through the Minfield, 1980). Dolayısıyla, feminist eleştiri kadın hareketiyle ve aslında daha sonra postmodern- yapısalcı hareketliyle birlikte koşut olarak gelişmiş ve yazında yepyeni açılımları, kadınlık ve erkeklik kurgularını gerçekte tersinden de okuyarak yepyeni yorumları beraberinde getirmiştir. Sonunda da bağımsız kadın eleştirileri pratiği ortaya çıkmıştır. Buna göre, feminist estetiğin mutlaka kadın yaşantısına ilişkin gerçekler üzerinde yükselmesi öngörülmüş, kadın yaşantısının, özel olan deneyimlerin ve ilişkilerin radikal feministlerin de dile getirdiği gibi “Kişisel olan politiktir” den yola çıkılarak ortaya konulması farklı yazın geleneklerine ve okumalarına yol açmıştır.

Bu noktada aslında feminist eleştiriyle beraber kadın edebiyatı kavramının da gerçekten var olup olmadığını da önemli bir soru olarak kendini ortaya koyvermiştir bile. Yazar kimliği, doğası gereği aslında yalınkat bir insan değildir. Yazarın varlığı katmanlı birçok kimliğin bileşkesidir. Bu noktadaysa yazar olarak kadınlara ait bir alt kültürün olup olmadığı ve beraberinde bir kadın edebiyatından söz edilip edilememesi de ayrıca önemlidir. Erendiz Atasü’nün şu sorusuyla birlikte aslında kadın edebiyatının neden var olması gerektiği okurlara ipucu da verecektir gerçekte: “Erkekler kadın yaşantılarını paylaşmayı reddettikleri sürece, kadın gövdesinin maddesel koşullarının ve geleneksel kadınlık rollerinin dayatmaları elbette ki kadınlara mahsus bir psikolojik ortam -ortak duyuşlar, sezişler, düşünceler, kanılar, bakış açıları- yaratacak ve bu ortam kendi ifade biçimlerini bulacaktır. Kadınların erkek yaşantılarını paylaşmaları, örneğin meslek sahibi olmaları elbette onları değiştirir; ama değişen kadın hayatının genişleyen akışını kesecektir değişmeyen hayat biçimleri! Peki, bu engellenme kadınları nasıl etkileyecektir?” (Dünya Kitap, 2001). Bu soruyla birlikte, kadınların yıllar boyu erkek yazar-kadın okur ikileminin içinde hapsoldukları da göz önüne alınırsa, kadınların bu ikilemi kırma sürecinde, kendilerine dayatılan “öteki” ya da “alttakiler” kavramlarından yazın ile kurtulmaları da çok geçerli, bilinçli bir yol olarak nitelendirilebilir. Zira kadınlar, kadın kimliği ve kadın olma deneyimiyle duygulara, duyarlıklara, deneyimlere ve kültür birikimine çok farklı sesler, tınılar getirmektedir. Kadın olarak yazma, ataerkil dil yerine kendi kadın dilini yaratma Atasü’nün yukarıdaki sözlerini; kadınların ortak duyuşları, sezişleri, bakış açılarını paylaşarak bir alternatif dünya yaratma ile koşut gitmektedir elbette. Dolayısıyla, kadın okur- erkek yazar ikileminin kırılma noktasında, kadının bir yazar olarak ataerkil toplumda var olabilme ve hatta ataerkil toplumu dönüştürme sürecinde kadın edebiyatının varlığından da söz etmek bu bağlamda mümkün görünmektedir.

Bütün bunlar ışığındaysa, çağdaş yazında önemli iki kadın yazarın; Latife Tekin’in Gece Dersleri ve Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı yapıtlarına bir kez daha bu mercek altında bakmak kurmaca yazın ve kadın konusu üzerine alternatif bir düşünme tarzı geliştirebilmek açısından hatırlı sayılır bir öneme sahiptir.

Latife Tekin ve Gece Dersleri
Latife Tekin Türk edebiyatına önemli yenilikler getirmiş bir yazardır. Özellikle 1980 sonrası Türk edebiyatında son derece önemli bir yere sahip olmuştur. Değişik üslubu ve yaklaşımıyla, okurları farklı dünyalara çekerken bir kadın yazarın da korkularını, açmazlarını, sancılarını yansıtmaktadır eserlerine. Tekin, 1986’da yayımlanan Gece Dersleri adlı kitabında, Sekreter Rüzgar kod adlı Gülfidan’ın bir politik örgüt içerisinde kadınlığının-kadın olarak birey olmak- politika ve toplumsal roller gibi değişken parametreler içerisindeki dinamiğini sorgulamaktadır. Tekin, aslında büyük ölçüde devrimi, bedeni, yoksulluğu, kadınlığı ve annesi arasında kalmış bir kadının parçalanmışlığını anlatmaktadır burada. Ancak,” kısacık bir romanın uzun şiiri” olarak nitelendirilen bu yapıt gerçekte alışılmış bütün biçimleri, yazın kurgularını tersyüz etmekte ve parçalanmış bir üslupla kronolojiyi de altüst etmektedir. Gece Dersleri, klasik kalıplarda değerlendirilecek bir yazı, bir anlatı değildir. Tekin’in kahramanı Gülfidan/Sekreter Rüzgâr’ın hayattan kopuşları, hayata tekrar bağlanması, her seferinde bir gerçeklikten ötekine savrulması, kendine yabancılaşması ama gene en sonunda kendine bir varoluş alanı açması ve kendince bir güce sahip olması klasik betimlemelere sığmayan bir biçemle sergilenmektedir. Güldifan, daha çocukken annesinin yasak aşkı ile tanışmıştır ve böylece hayattaki ilk yabancılaşması da kaçınılmaz olmuştur. Sonra, on sekiz yaşında bir kadın örgütüne katılarak militanlığa adım atmıştır, bu da onun yaşamdaki sancılı arayışlarının ilk basamağıdır aslında.

“On sekiz yılın taze fidanıydım. Adım da zaten Gülfidan’dı. Yan yana oduncularla eski yazlık sinema sokağında, küçük bir gece odasında toplaşmış kırk kadına karıştım. Kim olduğum sorulduğunda, kırk kadının gözlerinin içine duygulu bir kuşun resmini astım. Kuşun başını usulca yana büktüm. “Kadınların yalnız oldukları bir evden geliyorum,” diye inledim. Yaprakların ılık bir rüzgârın etkisiyle hışırdadıkları bir ilkbahar günü, öğleden sonraydı. Belleğimde saklı duran mahrem bir görüntüyü kırk kadının merak dolu bakışlarına uğradığımdan güneş ışığına çıkardım. Gece odasında toplaşmış oturanlar, soluk çırparak taş bir mutfakta kanayan parmağına ağlayarak bakan genç bir kadının solgun suretine eğildiler. Kömür karası saçlı annemin bir hayat boyu parmaklarını yüzlerce kez bıçakla kesip kanattığı, bir ucunu dişlerine taktığı renkli basma parçalarını kanayan parmaklarına ağlayarak sardığını anlattım.” (7)

Gece Dersleri, değinildiği gibi klasik bir anlatı değil. Bir kadının, hem kendini hem annesini hem de yaşamı arayışlarını iç monologlarla, iç diyaloglarla ve gerçekte bilinç akışıyla vermeye çalışan bir yapıt. Burada birlik denen biçimlerin hepsi neredeyse alaşağı edilmektedir. Sekreter Rüzgârın kongrelerde yaptığı konuşmalar, örgüt arkadaşlarına gönderdiği mektuplar, tek başına kaldığı zamanlardaki içsel monologlar, hayata ve militanlığa dair duyulan ikilemler kesinlikle klasik yazın biçimleri ile kaleme alınmaktadır.

“Dedi: Alık bir örgütçünün yaratıcı olmayan karamsarlığı çok can sıkıcı. Ruhun dikdörtgenimsi tahta kutulardan yapılmıştır sananlar, ne yazık ki davamızın karanlık bir tünele sokulduğu günlerde, bir sihirbaz edasıyla yeniden sahneye fırlamaktan kendilerini alamazlar….”
“Dedim: Çiy damlası gibi saydam yüzünün içi öfkeyle dolu Sevgili Başkanımız! Sizinle hayat bilgisi hayaletlerini, öte dünyaya küs giden develeri, nefret sözcüğünden ibaret elmas bir kütleyi konuşabilmemiz mümkün değil. Çünkü anlamaya başladık birbirimizi.” (51)

Gülfidan’ın hayattaki arayışları ve kopuşlarına bir örnek de onun 12 Eylül darbesiyle -yenilgisiyle- gene başını alıp gitmesidir. Ayrıca, militanlığa, örgüte ve de kürtaja karşı büyük bir savaş vermekte; bu sefer kadın olmanın farklı bir deneyimini yaşamak, çocuk doğurmak istemektedir.

“Elveda ey, bulutlara yazılı gündeminizden toprağa atlayıp intihar etmektedir maksadım. O kuş lastiği gibi demirden aletine doktorun bindireceksiniz beni, karnımdan cenazeler çıkartan kaynanam gibi, ölmek daha şeker. Doğurmak istiyorum bebeğimi, eli kırbaçlı küfürbaz cininizin izniyle. Siz annemin yeşil atlarının yüzüne okuyup üfleyin Kalinin’in fedakârlık defterini. Teklifinize uyup saplantılarımın gönlünü kıramam. İade ediyorum görevli kolluğum ile karton önlüğümü. (72)

Latife Tekin, rüzgâra kapılmış bir kadını bir kadın yazarın doğurganlıyla iç içe geçirirken, ideolojilere, belli kalıplara duyduğu öfkeyi yansıtırken hem zaman-mekan bütünlüğünü parçalamakta hem de cümleleri de kesin kurallara hapsolmaktan çekip çıkartmaktadır. Gece Dersleri gerek konusu, kadının bir birey olarak var olması ve kadının beden denetimi açısından gerekse sözcük oyunları, kuralsızlık, yapıyı tersyüz etme açısından bir kadın yazarın; Latife Tekin’in anlatısı olarak son derece yenilikçi ve başkaldırıcıdır. Bu özellikler de kadın edebiyatı, bir kadın yazısı yaratma çabasının izleri olarak görülebilir. Baskın olan ataerkil dili kırma ve feminist eleştirel bir gözle farklı üsluplarla onu yeniden yaratma, metinde kendi içine kapanmaya ve dolayısıyla sıradan değil yeni bir yoruma ışık tutmaktadır. Dolayısıyla, ataerkil bir dil tarafından yapılanan toplumun da yeni okumalara açık olmasıyla bir ölçüde dönüştürülebilmesi alternatif bir dünyaya doğru evrilerek gerçekte arzu edilen bir olguya göz kırpmaktadır.

Virginia Woolf ve Kendine Ait Bir Oda
Virginia Woolf, bir kadının “ben” sözcüğünden kastettiğiyle bir erkeğin “ben” demesi arasında gerçekten ciddi bir fark olduğunu söylemekte; bu iki “ben”in de çok farklı alanlara işaret ettiğini belirtmektedir. Zira, kadınlık deneyimleri, ilişkileri ve yazın dünyasında gerek erkeğin gerekse kadının farklı biçimlerde ben demesi Woolf’un kastettiğini doğrular niteliktedir. Burada, gene kadın okur-erkek ikileminden yola çıkıldığında edebiyatta erkek olarak ben demek nitelik bakımından değilse bile nicelik bakımından elbette daha kolay görünmektedir. Virginia Woolf, işte bu noktada Kendine Ait Bir Oda’da tarihsel süreçte kadınların hayatlarından kesitler sunarak bir kadın olarak yazmanın, içindekileri dışa vurmanın zorluklarından, sancılarından bahsetmektedir. Woolf, tarihsel ilişkilerin kökenine inerek kütüphane raflarında gezinmekte ve kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi ortaya koymaktadır. Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan olan Kendine Ait Bir Oda’da Woolf temel bir düşünce sunmaktadır. Buradaki temel tezi bir kadının para kazanması, kendisine ait ayrı bir odasının ve boş zamanının olmasıdır. Woolf, kadınlara sadece “yazın” demektedir. “Erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” der Woolf. Kadının bir yazar olarak konumlanmasına dair pek çok ipucunu dile getirmektedir burada. Ancak bu konuya değinirken de kadın yazarların çok fazla cesaretlerinin kırıldığından, kadınların önlerine konulan engellerden da bahsetmektedir elbette.
“Büyük harflerle KADINLAR VE KURMACA YAZIN sözcükleri yazılmış yalnızca. Oxbridge’de yenilen akşam ve öğle yemekleri kaçınılmaz olarak ve ne yazık ki British Museum’a yapılan bir ziyaretle sonuçlanmak zorunda … Çünkü Oxbridge gezim ve yenen yemekler kafamda sürüyle soru oluşturmuştu. Neden erkekler şarap, kadınlarsa su içiyordu? Neden cinsiyetlerden biri öylesine varlıklı, öbürü ise yoksuldu? Yoksulluğun kurmaca yazın üzerindeki etkisi neydi?” (29)

“Çünkü görünürde her iki erkekten biri şarkı ve şiir yazabilirken hiçbir kadının bu olağanüstü yazın alanında tek bir sözcük bile yazmamış olmasının nedeni uzun zamandır çözümlenemeyen bir bilmecedir. Kendi kendime, kadınların içinde yaşadıkları koşullar nelerdi, diye sordum…” (47)

“16. yüzyılda üstün yeteneğini şiire dökmeyi denemiş bir kızın başkalarınca önüne çıkarılmış engellerin ve zorlukların altında ne kadar ezildiğini, öte yandan kendi çelişik güdülerinin etkisinde bir o yana bir bu yana çekilip acı duyduğunu, bu yüzden beden ve akıl sağlığını yitirdiğini bilmek için ruhbilimden bir parça anlamak yeterlidir.” (56)

Woolf’un aslında burada dikkat çekmek istediği ironik bir durum söz konusudur. Yukarıda betimlenen genç kadın aslında 16. yüzyıl İngiltere’sinde yaşayan Shakespeare’in kız kardeşi de olabilirdi. Ancak, bu genç kadın ne kadar yetenekli, yazın konusunda ne kadar hevesli olursa olsun eninde sonunda gideceği kapı mutsuzluk kapısıdır bir bakıma. Kadın yazar olarak ataerkil bir toplumda var olabilme çabası türlü mutsuzlukları, hezeyanları da beraberinde getirmektedir.

Kadın yazarların bu acıklı durumu, özelikle 19. yüzyılda ciddi bir biçimde düzelse de Woolf kadın olarak bir sanatçı zihnine sahip olmanın ataerkil toplum tarafınca nasıl eleştirilere maruz kaldığından öncelikli olarak bahsetmektedir hiç şüphesiz. Ancak, değinildiği gibi 19. yüzyıla kadın hareketiyle birlikte yazın dünyasında da kadınları görünür kılmaktaydı.

“Ve böylece on dokuzuncu yüzyıla gelmiş bulunuyoruz. Ve burada ilk kez tümüyle kadınların yapıtlarına ayrılmış raflar buldum.” (74)

Ne var ki, kadınların yaşadığı sıkıntılar, ataerkil toplumun yüklediği roller, öne çıkardığı engeller, kadınların iyi bir eğitimden yoksun kalmaları gene söz konusuydu elbette. Woolf, kadınların eğitilmesi konusunda da kitapta uzun uzun tavsiyeler vermekte; onlarla bu konu hakkında ayrıntılı biçimde -ama kesinlikle otoriter bir havaya girmeden-konuşmaktadır.
Woolf, kadın ve edebiyat, kadın ve kurmaca yazın konularını elbette feminist bir yaklaşımla son derece zeki bir biçimde irdelediğinden Kendine Ait Bir Oda, bu bağlamda kadın edebiyatı, kadın kurgusu özelliklerini de içinde barındırmaktadır. Diğer yapıtlarında görülen klasik biçimi, kurguyu tersyüz etmek, kırmak ve elbette bilinç akışı tekniğini kullanmak yapıtı klasik eserlerden ve dönemin ataerkil ideolojisiyle yazılmış yapıtlardan ayrımaktadır kuşkusuz. Dahası Woolf burada sanki kadın kadına, otoriter olmayan bir konuşma havası içindedir. Bir bahar günü Oxbridge’de bir parkta dolaşırken aslında geçmişte ve gelecekte ve diğer kadınların zihinlerinde de dolaşan Woolf, feminist eleştirel bir gözle kadın ve edebiyat arasındaki ilişkiyi, kendisinin hem yazar olarak hem de kadın bir birey olarak kadınlık deneyimlerini irdelerken, aslında kadın edebiyatının varlığını bir şekilde ortaya çıkarmakta; ataerkil yazının, dolayısıyla bir ölçüde toplumun dönüştürülebileceği mesajını da vermektedir.

Sonuç olarak, yukarıda örnekler verilerek incelenmeye çalışılan her iki edebi çalışmada, gerek kadınların hayatlarına tanıklık eden ya da salt kadınlara özgü birtakım çileleri dile getiren, gerekse ataerkil yapıyı, kültürü sorgulayan bir bakış açısı gözlemlenmektedir. Hatta Woolf Kendine Ait Bir Oda’da, sorgulamaktan da öte, okurlarına kitap boyunca bir kadın yazar olmanın zorluklarından bahsetmenin yanı sıra ciddi birtakım tavsiyeler, bakış açıları da vermektedir elbette. Burada toplumu sorgulamanın bir adım ötesine; onu değiştirmeye yönelik bir çaba da hissedilmektedir. Toplumsal kimlik anlamında kadın olmak, özellikle de kadın yazar olmak birçok kısıtlamayı beraberinde getirdiğinden, kadınlar bu ikilemi ve uğradıkları bu haksızlığı gene yazı üzerinden delmeye çalışırken, görüldüğü üzere bir edebi çalışmanın kurgusuna, dile ve imgelerine de farklı yaklaşmaktadırlar. Yazar, kadın olmanın bilincini feminist-eleştirel bir gözle eserlerine yansıttığı sürece, kadın hayatlarının geçirdiği ve geçirmekte olduğu somut aşamalar, karşıtlıkların ve beklentilerin çatışmaları da farklı bir yazma ve farklı bir okuma biçimini de beraberinde getirecektir. Zira kadınlık deneyimleri de diğer büyün yaşantılar gibi yazının aslında bir nevi ham maddesidir. Kendini her şekilde kısıtlanmış hisseden, hayatının sadece başkalarına-belki büyük ölçüde çocuklarına, kocasına, yakınlarına -adayarak geçiren bir kadının eline kalem alınca salt bir iç dökme değil de bir ürün ortaya çıkarma, bir yaratma edimi ortaya koyma amacıyla yazması yukarıdaki iki örnekte de görüldüğü gibi klasik kalıplara sığmayan bir stil ortaya çıkarmaktadır: Anlatının yoğunluğu, imgelerin, sözcüklerin, cümlelerin alaşağı edilip yeniden -aslında büyük ölçüde tersten- farklı bir biçimde okunmasını sağlama, zaman-mekan bütünlüğünü parçalama, düz bir anlatıdan çok çoğunlukla bilinç akışı tekniğini kullanma ve elbette yapısökümcü bir bakışla tüm yapıyı hatta anlamı bozarak okuru afallatma, kendine getirme kadın edebiyatı denilen yazın türünün de varlığını hissettirmektedir Zira, gerek Gece Dersleri gerekse Kendine Ait Bir Oda, geleneksel kalıpların dışına çıktığından, kadın imgelerini, deneyimlerini öne çıkardığından ve hem patriarkal dile hem de patriarkal düzene karşı duruşları bakımından kadın edebiyatı, kadın yazını türüne doğru bilinçli bir ivme olarak nitlendirilebilir.


(Hece Dergisi Nisan 2008--Edebistan Nisan 2008)

1 Kasım 2008 Cumartesi

HUMPHREY'NİN ANNESİ

Penelope Mortimer

1927’nin Mayıs ayında, ileride Humphrey’nin annesi olacak kız – yeni moda kısa kesilmiş saçlarıyla, gamzeli dizleriyle– Cambridge yakınlarında bir baloya götürüldü. Kavalyesi, Jimmy Campbell adında zengin bir toprak sahibiydi. Humphrey’nin annesi, Jimmy’nin elinden, hukuk okuduğunu ve adının Tristram Coots olduğunu söyleyen sarışın bir oğlan tarafından “Affedersiniz,” diye alındı. Tristram, kendisini dimdik, derli bir toplu havayla çarliston yapmaya bıraktı ama solgun mavi gözleriyle kıza sürekli bakmaktan hiç vazgeçmedi. Bu bakışta kızın kanını kaynatan şehvetli, neredeyse hayvani bir şey vardı. Kız , acemice dans etmeye başladı, eskisi kadar konuşmaz oldu. Oğlan çok rahat bir şekilde biraz hava almayı teklif edince, kız saçlarını hafifçe okşadı, sağa sola baktı; kurtarılmayı isteyip istemediğinden pek emin değildi. Oğlan, kızın elini kavrayarak şişeden mantar çeker gibi onu hızla terasa çıkardı.

“Ah!” diye ciyakladı Humphrey’nin annesi, bükülmüş kolunu tutup somurtarak. Kız artık o bakışı göremiyordu. Oğlan, kilise korosundaki masum bir çocuk kadar kadar sarışın ve zarifti. “Pekâlâ,” dedi kız yumuşayarak, “seni bağışlıyorum.”

Gece hava sıcaktı. Kolalı gömlek kolları ve şifon parçaları çimenlikte bir yanıp bir sönüyordu; fidanlıkta sevişenler vardı, iğne yapraklarının üzerine şampanyalar dökülmüştü, söğütlerin altında kayıklar gıcırdayarak gidiyordu. “Ah, leylaklar!” diye mırıldandı Humphrey’nin annesi ve taftanın dikişlerini zorlayarak leylak kokularını içine çekti. Tristram kolunu onun beline doladı. Daha koyu gölgeliklere doğru rahat adımlarla ilerlediler. Kız, ona Cracker adlı midillisini ve Patch adlı Labrador köpeğini anlattı. Oğlan, kızın elini tutarak onu alçak dalların altından geçirdi, daha da derinlere, karanlıkların içine götürdü.

Kız kıkırdamayı kesemiyordu.

“Nereye gidiyoruz? Hiçbir şey göremiyorum! Tristram... !”

“Sana bir şey göstermek istiyorum.”

“Ne? Nerede? Tristram... !”

Sendeleyerek bir açıklığa çıktılar: Birkaç ağaç kütüğü, talaşlar ve kıymıklar. Tristram oturdu, kravatını çözmeye başladı.

Kız dikişlerin içine sıkışmıştı, iki büklüm olmuştu, soluğu kesilmişti.

“Peki, ne göstermek istiyorsun bana ?”

Oğlan eliyle hafifçe yere vurdu.

“Ah, peki öyleyse! Ama gerçekten... !” Kız yere oturdu, dikişlerin kendisini son kez sıkıştırmasına güçlükle dayandı, kendisine çeki düzen verdi. Tristram smokinini çıkardı, katlayıp kesilmiş bir ağacın üzerine koydu.

“Pantolonun askılarını gerçekten çok beğendim,”dedi kız hayranlıkla.

Bir de baktı ki ırzına geçiliyor. Tristram genç bir boğa kadar güçlüydü; aynı ölçüde ne yaptığnı bilir ve paldır küldürdü. Taftayı, Krepdeşin’i, jartiyeri yırttı; kuvvetli solumalar, iniltiler ve her türlü acı çekme belirtisiyle kızın bekâretini deldi geçti. Kızın ilk debelenmelerini, çığlıklarını durduran da bu oldu. Kız, annesinden, cinselliğin zevkle uzaktan yakından hiç ilişkisi bulunmadığını biliyordu, ama Tristram gerçekten acı çekiyormuş gibi görünüyordu. “Tamam, tamam...” diye mırıldandı kız, oğlanın ileri geri gidip gelen başını okşayarak,”Şşş.... tamam tamam....” Oğlan gümbür gümbür gidiyordu. Kız çok rahatsızdı ve bunun uzun sürmeyeceğini umuyordu. Oğlan ızdırap dolu son bir inleyişle kızın üzerine yığıldı.

“Sen iyi misin?” diye sordu kız endişeyle.

Derinlerden gelen bir inleme.

“Senin için sakıncası yoksa ... Çok ağırsın...”

Oğlan yuvarlanıp biraz uzaklaştı, hareketsiz yattı. Kız ıslak külotunu çekti, çoraplarını düzeltmeye çalıştı.

Oğlan, başını güçlükle oynattı, kızın farkına vardı.

“Aman Tanrım, hiçbir şey kullanmadık.”

“Kullanmadık mı?”

“Ne demek istediğimi biliyorsun.”

“Ah. Ah evet. Elbette.”

“Karnın şişmeyecek değil mi?”

“Ah hayır. Kesinlikle.”

Tristram, eve sık sık gidip gelen bir ziyaretçi haline geldi; kızın ailesi tarafından da onaylanıyordu; içi krema dolu yuvarlak pastaları ikram etmekte de ustaydı. Ara sıra eski dersahanede sevişiyorlardı; bir keresinde de – özel bir zevkle hatırladıkları – ahırda sevişmişlerdi. Humphrey’nin annesi, Ekim ayı geldiğinde şaşkınlık içinde hamile olduğunu fark etti. Tristram gönülsüzce evlenmeyi önerdi. Nihai amacı Parlamento’ya girmek olsa da, yakın gelecekte umabileceği en fazla şey arada bir bakacağı davalar ve babasından alacağı ek cep harçlıklarıydı. Bu, kız için güç olacaktı ama Tristram başka bir seçenek bulunduğunu zannetmiyordu. Humphrey’nin annesi ona sevgi dolu bir öpücük kondurdu; Cracker’ı eğerledi ve Jimmy Campbelllar’a doğru yola koyuldu.

Humphrey’nin annesiyle Jimmy 1927’de, Bütün Azizler Günü’nde köyün kilisesinde evlendiler. Genç gelin tombuldu ve ışık saçıyordu, damat da gururlu görünüyordu. Onları minnettarlık yağmuruna tutarak konfeti atan ilk kişi Tristram oldu. Humphrey tam gününde; 1928 ‘in Mart ayında doğdu. Jimmy Campbell’ın aklı karıştıysa da bir şey söylemedi. Humphrey’nin annesi, birkaç saat panik ve umutsuzluk yaşadıktan sonra kıkırdamalarına ve gamzelerine tekrar kavuştu.

İki yıl sonra, kocasının av etinden yapılmış çorbasını höpürdeterek içmesine sinirlendiği bir anda Humphrey’nin annesi şöyle dedi: “Humphrey hakkında, canım, senden değil, biliyorsun.”

“Benden olduğunu hiç düşünmedim ki, ” dedi Jimmy.

“Demek istiyorsun ki – biliyordun?

Jimmy çorbasını höpürdetti. “Bir şeyi eksik. Biraz daha tuz. Birkaç damla meyve şarabı. Bir şey işte. Aşçıyla bir konuş, tamam mı?”

Onun evliliği böyleydi işte.

Humphrey, Tristram Coots’un hık demiş burnundan düşmüştü – ince yapılı ama dayanıklıydı, dik kesilmiş sarı şaçlarıyla gök mavisi gözleri vardı. Yaradılışı Jimmy Campbell’ınkine benziyordu. Annesine bir benzerliği varsa da, bunu hiç kimse fark etmemişti çünkü Jimmy dışında hiç kimse Humphrey’nin annesinin yaradılışının ne olduğunu bilmiyordu, o zamana kadar Jimmy de bunu unutmuştu.

On sekizinci yaş gününü izleyen yaz, Humphrey orduya katılmak üzere okulu terk etti. Evdeki son gecesinde Jimmy’nin çalışma odasına çağrıldı: Doldurulmuş balıklar, doldurulmuş tilkiler, duvarlara asılmış yıllanmış postlar, bunların tümü ona çok aşina şeylerdi.

“Ah, oğlum. Seninle bir şey konuşmak istiyorum. Bir puro al”.

“Teşekkür ederim, Baba.”

“Her şey yolunda mı?”

“Yolunda.”

“İyi. İyi.” Jimmy, koltuğun oturulacak yerinden ekmek kırıntılarını süpürürken bir suskunluk oldu, yastığı şişirdi. Sonunda oturdu, gürültüyle burnunu temizledi, bıyıklarını sildi. “Seninle bir şey konuşmak istiyordum.”

“Evet , Baba.”

“Biraz düşündüm de. Bundan hoşlandığımı söyleyemem. Bacak kadar çocuk olduğundan bu yana çok uzun zaman geçmedi, biliyorsun.”

Humphrey bekledi.

“Senin için çok büyük bir şans, bu Ordu. Bir puro al. Ah, almışsın zaten. Pekâlâ, şimdi. Gerçek şu ki.” Jimmy burada kalakaldı.

“Evet, Baba?”

“Annen – annenle ben. Gerçekten, kahrolası zor bir iş.”

Demek mesele buydu. “Ah,” diye mırıldandı Humphrey.“ Üzüldüm.” “Sustuk, anlıyorsun ya. Hiçbir zaman tartışmadık. Tartışmak için bir neden de yoktu.”

“Elbette.”

“İşte, sen vardın. Elimizden geleni yaptık. Gerçek şu ki.” Durdu ve boş gözlerle Humphrey’e baktı.

“Devam et, Baba.”

“Anlatmak istediğimin tümü bu oğlum! Bu işte!” Jimmy, koltuğun koluna bir zafer edasıyla vurdu. “Benim değilsin. Sen.”

Bu kez Humphrey boş bakışlarla babasına baktı.

“Bunu daha fazla taşıyamazdım. Bir terslik vardı. Ne olduğunu bilmiyorum. Kadınca bir şey. İşte, böyle.”

“Tanrı aşkına, Baba, sen neden bahsediyorsun?”

“Kahretsin, yeterince açık konuşmuyor muyum? Onunla evlendiğimde beş ay geçmişti!”

Jimmy’nin gürültülü soluk alıp verişleri, saatin ölçülü tiktakları, birinin karo kaplı koridorda şap şap yürüyüşleri, kapanan bir kapının sesi. Humphrey boş boş baktı.

“Sen... benim babam değil misin?”

“Geçen onca yıldan sonra böyle düşünmeye başladım.” Neredeyse duyulamaz bir mırıldanma: “Seni çok severim, biliyorsun...” Birdenbire canlanarak: “Haydi bir şeyler içelim, ha?” Hızla içki masasına doğru gitti. “Bu kahrolası kız da bardakları hiçbir zaman iyice temizlemiyor.” Jimmy bardakları temizleyip parlatırken bir sessizlik oldu.

Uzun bir suskunluktan sonra Humphrey boğazını temizledi. “Kim o... kimdi? “ diye sordu.

Jimmy bardakları birer birer kaldırıp gözlerini kısarak bakıyordu: “Ha? Ah! Coots adında biri.”

“O kişi yaşıyor mu?

“En ufak bir fikrim yok.” Jimmy kendini bir şeyler yaparak meşgul etti, sustu, sonra sert bir şekilde ekledi: “Orduya katılıyorsun. Bunları bilmeye hakkın var. Kan meselesi falan. Tehlikeli olabilir.”

“Anlıyorum.” dedi Humphrey hiç bir şey anlamayarak. Başı elleri arasına düştü, parmakları kafasının derisine battı; içkinin guluk guluk sesini, soda sifonunun iki keskin fıs sesini, buz küplerinin şakırtısını duydu. Önemli bir şey olmuştu; hiçbir şey olmamıştı. Her şeyin değişmesi gerekirdi; her şey aynıydı. Daha fazla şey bilmek istiyordu; hiçbir şey bilmek istemiyordu. Jimmy onun saçını okşadığında Humphrey başını kendiliğinden öne eğdi.

“Kahretsin susmak çok daha kolay. Bak söylüyorum sana.”

“Evet, Baba.”

“Şey —“ Koltuk gıcırdadı. Uzun, ferah bir iç çekiş. “Bunu böylece bırakalım, tamam mı? Yedi mahalleye duyurmanın bir anlamı yok.”

“Hayır, sanırım yok.”

Jimmy, ümit verici bir sesle güldü: “Anneni kimin becerdiğinin ne önemi var? Sen, hayatın boyunca hep bir Campbell oldun.”

“Biliyorum...” Humphrey’nin yüzü buruştu. Yüzünü ellerinin arkasına sakladı.

“Oooo! Ben de senin daha cesur biri olduğunu sanırdım!” Hızlı hızlı solup alıp vererek, bıyığı ve kaşları titreyerek Jimmy yerinden zorla kalktı, odanın bir tarafından diğer tarafına uzun adımlarla yürüdü, birden döndü. “Kahrolası bir hakaret bu! Bunu hiç düşündün mü?”

“Hakaret mi? diye sordu Humphrey inanmaz bir havayla.

“Birinci sınıf bir eğitim – karşılayabildiğimin en iyisi. Yapabildiğim her şeyi yaptım, kahretsin. Oğlumsun ve mirasçımsın. Bu, benim için çok önemli.”

“Bunu biliyorum, Baba. Sevgili Tanrım, ben—“

“Şimdi de kalkıp Coots’un baban olduğunu düşüneceksin, değil mi? Bir kez sana baktı mı? Bir kuruş ödedi mi?”

“Elbette hayır! Öyle demek istemedim.... Üzgünüm.... Lütfen, Baba....”

Jimmy bir tür ses çıkardı. Bu, belki de alaylı bir sesti. Uzun süre sümkürdü, sonra döndü, mendilini cebinin çok derinlerine sokuşturdu.

“Doğru olmadığını düşündüğün hiçbir şey yapmanı istemem, biliyorsun.”

“Hayır, istemediğini biliyorum elbette.”

“Biraz can sıkıcı. Sağduyu, her şey gelip sonunda buna dayanıyor. Uyuyan yılanları uyandırmayalım, en iyisi, ha?”

“ Sen öyle düşünüyorsan.”

“Neden sorun çıkaralım? Annen için de kahrolası bir sıkıntı. Adil değil, ahbap. Hep dediğimiz gibi, haksızlık olur.”

“Demek istiyorsun ki – eskiden olduğu gibi devam mı edelim?

“Neden olmasın? En ufak bir şey bile fark etmez ki.”

“Sanırım etmez.”

“İyi. Bu konuyu burada kapatalım, tamam mı?”

Humphrey, pijamasının bir paçasını giymiş yatağında oturarak geleceği hayal etmeye çalıştı ama hayalinde canlandırabildiği tek şey geçmişti: Koyun ağılına giderken Jimmy’nin omzuna binmesi, biçerdöveri kullanırken Jimmy’nin kucağına oturması, – biraz içi kalkarak – ineklerin nasıl sağıldığını öğrenmesi, kürede değişik ülkelerin kendisine gösterilmesi, birçok ülkenin neden pembe renkte olduğunu ve neden bu kadar çok deniz olduğunu sorması. Humphrey, pijamasının bir paçasını giymiş, yatağında oturdu ve ağladı.

“Aklıma gelmişken,” dedi Jimmy karısının yanına güçlükle çıkarken, “Bilmesi gerekir diye düşündüm. Ona Coots’tan söz ettim.”

“Coots mu?” diye sordu Humphrey’nin annesi. “Onu tanıyor muyuz biz canım?

Kendisine hatırlatıldığında belli belirsiz bir sesle, “ Ah, evet. Çok tuhaf genç bir adam,” dedi ve sonra hafifçe kıkırdadı.

Çev: Deniz Gündoğan

TOYNAKLAR

John Gower

Bir gün öğleden sonra kadın eviyede bluzunu yıkarken bahçenin ucunda sessizce durmakta olan beyaz bir at görür. Şaşkınlıkla ata bakakalır. Ellerini önlüğüne kurulayarak arka kapıdan çıkar ve küçük patikadan aşağıya doğru yürür.

Kadın, uzun otların arasında adımlarını atarken at hiç rahatsız olmamış gibi görünür. Kuyruğunu hışırdatarak sallar. Kadın elini ona uzatarak yumuşak bir sesle, “Merhaba ahbap,” der. Atın kaslı yanağına eliyle hafifçe vurur. At bir toynağını yere vurur, kadının kır saçlarını koklar. Kadın, atın mavili kahverengili göz bebeğinde kendi yansımasını görür; parmaklarını atın burun deliklerine sokar. Otların üzerinden rüzgârın düşürdüğü bir elmayı alır ve avucunun içinde ata doğru uzatır. At yaşlı bir adam gibi dişlerini göstererek elmayı alır. İki hart hurt, elma yok olur. Atın dudakları kadının eline sürter, kadın güler, başka bir elma daha alır ve elmayı gene aynı şekilde ata verir. Sonra arkasını dönerek eve geri döner.

Bir dakika sonra kadın tekrar görünür. Bir kolu dolu kova taşıdığı için gergindir, diğer koluyla arkasında bir şey saklıyordur.

Kovayı atın ayaklarının dibine yerleştirir. At uzun başını eğer, dilini gürültüyle şapırdatarak suyu içmeye başlar. “Sahibin nerede senin bakalım?” diye mırıldanır kadın, “Ha?” Sonra ipi atın boynuna dikkatle kaydırarak geçirir, ucunu yakındaki bir ağaca sıkı sıkı bağlar.

Bay Bolger bu atı daha geçen hafta satın aldığını söyler. At, ona beladan başka bir şey getirmemiştir. Başıyla pencereden dışarıya doğru bir hareket yapar. O atın aşağıda otlayan yaratık olduğuna inanmazdınız, der. Kadın Bay Bolger’a bir bardak çay koyar.

Dışarıyı seyrederek otururlar.

Kadın, bahçesi için özür diller. Kocası öldüğünden bu yana hemen hemen hiç…

Bay Bolger boğazını temizler. Birkaç narin kırmızı gül akşam rüzgârında közler gibi parıldamaktadır.

At zaman zaman kulaklarını oynatarak başını kaldırır ve arkasına bakar. Gitmek için acelesi yokmuş gibidir.

Bay Bolger atı götürdüğüne kadın hüzünlenir. Bahçe gözüne bomboş görünür. Kova, ağacın altında terk edilmiş olarak durur, uzun otlar da üstüne basılmış samanlar gibi yassılmıştır.

Kadın bluzunu dışarıya asar, hafif bir akşam yemeği hazırlamak üzere içeriye girer.

Bir tarlakuşu öter.

Kadın, kocaman evin bütün sessizliğinin üzerinde örüldüğünü hissederek mutfakta öylece oturur…

Gece. Kadın, odasında uykusundadır. Rüyasında atı görür. At gene bahçede durmaktadır. Bu, onun eve gelmiş olan kocasıdır. Kocası ona bir şeyler söyler; kadın onun ne dediğini anlamasa da ne istediğini ve neden geldiğini bilir. Kadının sırtına binmesiyle birlikte at dört nala koşarak kadını küçük bahçeden dışarıya çıkarır, tarlaların içine doğru götürür. Kadın heyecandan tir tir titreyerek, yüzünde rüzgârı hissederek atın beyaz yelesine sıkı sıkı sarılır. At, gittikçe hızlı, daha hızlı dört nala koşar, toynaklarının güm güm sesi sessizliğe karışıncaya kadar çitlerin, çalıların sonra da kocaman ağaçların, evlerin üzerinden atlar. İkisi birlikte yükseklerde, yalnız başlarına uçarlar. Kadın, atın güzel vücudunu bacaklarının arasında sıkıştırır, atın kulaklarının arkasını öper, ısırır ve bir genç kız gibi kahkahalarla güler.

Çev: Deniz Gündoğan

9 Ekim 2008 Perşembe

DESEK Kİ, İKİ SERSERİ ROMANTİK'E DAİR



Kısa bir ara...

Zihnimin öylesine yoğun olması, her bir köşesinden düşüncelerin birbirine çarparak yuvarlanması nedeni... Yepyeni bir yerde yaşamaya, yoğunluğa, insanlara alışmak... Alışmaya alışmak bir de... Bunun gibi şeyler. Ya da zihnimden aynı anda apayrı yönlere doğru uzaklaşan sıra sıra trenler gibi düşünceler... Toparlayamadım; hangi birine doğru yöneleceğimi bilemedim açıkçası...

Önceki yazımı ona ithafen bitirmiştim; şimdi gene ona ithafen başlamak istiyorum. Gecen dolu dolu sekiz gün içinde Budapeste'yi onunla yeniden keşfettim; söz vermiştim: "Birlikte..." diye... Sözümüzü yerine getirdik, keyifle, tatmadığımız bir heyecanla; iki çocuk oradan oraya koşturarak; iki yetişkin meraklı gözlerle tabanımızda kuvvetle ya da yıllara yenik düşmeyen iki serseri romantik ruhla... her adımımızın farkında olmak, yorgunluktan ayakta duramayana değin her sokağın tadına bakmak, Tuna'nın aktığı her yöne seğirmek, parklarda soluklanmak, Ada'da binlerce turuncu-sarı yapraklarıyla bizi kendimizden geçiren ağaçların altında, banklarda öylece sımsıkıca oturmak, üşümek ama üşümemek de... Geceleyin ayazda kafamızı şirin bir kafe-bar'a sokup "hah tamam işte!" diyerek içkilerimizi yudumlamak; yudumlarken çok eğlenmek, çok gülmek... Beni nasıl güldürdüğünü yine keşfetmek! Sonra... hafif sarhoş bir şekilde Budapeste siluletinin içinde kaybolmak; demli sıcacık bir bardak çayın içinde eriyen şeker tadında bir kaybolma bu; onun esrikliği... hâlâ sürüyor...

Biraz kişisel bir yazı oldu farkındayım... ama zihminden yola çıkan tren şimdi bu istasyonda durdu sanırım; durması gerekiyordu çünkü. İçten bir teşekkür için :-)

Daha sonra Budapeste'nin yaşlı teyzelerinden ve yaşlı amcalarından... bahsedecegim size....Okulumdan da...arkadaşlarımdan da...

16 Eylül 2008 Salı

“HOSSZU KAVE"


İnsan bazen ne hissedeceğini bilemez ya; coşku, histeriye kaçan heyecan, özleme sarılan mutluluk... Bugün her şeyden önce var olduğum, var olmayı bilebildiğim için öylesine mutluyum...

Budapeşte'nin Kale Bölgesi'ni gezerken her adımda varlığımı içime çektim çünkü. Her nefesim apayrı bir soluk, karıştı eskilliğe; o müthiş kaleye, Matyas Kilisesi'ne... Dokununca ahşap, koklayınca ahşap minik Macar dükkanlarına, ihtişam denilenin ne denli uçsuz ya da aslında tanımlanamaz olduğunu anlamamı sağlayan binalarına, çeşmelerine bakarken; parklarına, enli boylu Barok sokaklarına, caddelerine adım atarken öylesine yavaş hareket etmek istedim... Zamanı durdurmak, dünyayı durdurmak. Yaşamı tam o anda dondurmak; çünkü bir masalın içine çekilivermişim ansızın. Gökyüzüne seğiren kuleler, kulağıma çalınan flüt ezgileri.. Bir kaynaktan fışkıran tatlı su gibi; etrafı besliyor. Nedense bana üstattan "A Midsummer Night's Dream" i anımsatıyor her şey. Zaman denilen bozuma uğramış burada çünkü. Ve ben kale duvarlarından birine yaslanmış ne hissettiğimi tümüyle algılamaya çalışarak yüzümün iki parçaya ayrıldığını biliyorum sessizce; gülümse ve ağla... Burayı görmekten, burada uzun süre yaşıyor olacağımdan öylesine heyecanlanmıştım. Hayatımda da böylesi karma duygularla besleniyorum nicedir; her bir hücremi doyasıya hissetmek istediğimi anladığım günden bu yana düşünsel algılarım kapılarını istemsiz genişlettti sanırım. Ama Budapeşte'de geçirdiğim bu ilk haftam yaşamı nedense yeniden keşfediyor hissi verdi bana çoğunlukla. Nicedir aynı yerde kapalı kalmışlığın hesabı bu belki de... Elimi, yüzümü, onca yol tepen ayaklarımı yeniden keşfediyorum; kendime hep yeniden başlıyorum şu sıralar. Şehrin her sokağına girip çıkmakla daha da yakınlaşıyorum kendimle, Tuna'nın gözü Budapeşte'yle, şehrin insanlarıyla...

Ve bugün: Bir ülkenin, bir kültürün kenarında kalmayıp yakınına elini uzatabilmek. "Budapeşte Şarap Festivali-2008" bu özel kapıyı da araladı bana. Hayatımın en keyifli, en masum saatleriydi Royal Palace ve Kale Bölgesi'nde sabahtan gecenin hafif ayazlarına değin süren... keşfetmenin hazzına örtülü Festival. En masum... Tamamen yeniden doğmuş gibiydim çünkü; zihnimde ne tek bir düşünce, ne de bedenimde, ruhumda onca birikmişlik... Bir kültüre akıttım kendimi sadece; bilmedigim diline, kendime yakın bulduğum müziğine, geleneksel danslarına, renkli kıyafetlerine, çocuklarına, kadınlarına, adamlarına, yürüyüşlerine, salınışlarına, sevinçlerine, sarhoşluklarına...

Gece ansızın soğurken...ayaz, hafifliğini ağırlaştırıken, Kale'yi çepeçevre saran duvar diplerinden aşağıya öylece salınarak yürürken... birden bulunduğum noktada duruverdim ve şehir ışıklarının bana neler vaad ettiğine bakakaldım; bir yanımda The Chain Bridge-Zincirli Köprü bir yanımda ondokuzucu yüzyılın yaşayan gotik binası Parliament-Parlement Binası, köprüler, karanlığı delen görkemli kiliseler, kuleler, ayın yansıyan sarı-beyazına kesik "yeşilmişik" ince akıntılarıyla Tuna...Oracıkta, bulunduğum o noktada, geceden esen rüzgâr artık beni üşütürken sıcak bir yere girip geceyi “Hosszú kávé"--bildiğimiz yoğun, siyah sütsüz kahve- ile sonladırmak...kahvenin o yoğun ve buruk tadını... güzel tadını...

Evet, bütün bu güzelliklerin ardında...Bir yanım hafif de olsa buruktu; çünkü sen... sen de yanımda olmalıydın Aykut... Özellikle bugün.

Ama nasılsa göreceğiz... Birlikte....

6 Eylül 2008 Cumartesi

BUDAPEŞTE


Tanıştık...birbirimizle...

Kendimi, gri-beyaz zerrecik bir sabun köpüğü gibi hissediyorum Budapeste--Deak Ferenc Ter metro çıkışında. Hani kimseye değmeden öylece havada süzülüveren; kalabalık içinde kimseye değmiyorum çünkü; kimse de bana değmiyor sanki... Ama sonra sonra vakti gelince birinin ya omzunda ya alnında ya da burnunda eriyip gidiveriyorum; kimse farkında olmuyor. Ben bile fark edemiyorum varlığımı. Karışmış gitmişim farklı bir coğrafyada. Görece zaman, görece mekan. Hafif, çok değil ama, bir yabancılaşma hissi. Bunu tanımıyorum ama böylesi anlamlandırmalı diyor iç sesim bana...

Şimdi tek başıma farklı bir coğrafyadayım; Macaristan'da. Budapeste'de... Yaklaşık olarak bir sene... Cok istedim bunu; şu anki kariyerim icin gercekten bir sıçrama olacağına inandığım Kadın Çalışmaları(Gender Studies) okumak için... Uzun ve biraz da yorucu bir süreçten sonra... işte Budapeşte'deyim; yurt odamda, karşımda sarı ışıklarıyla önümde uzanan tren yolu...Yarım saatte bir geçen trenin kulaklarımda bıraktığı o eski gürültülü ses; sinir bozucu değil ama. Daha çok eski Türk filmlerini andıran bir sey; belki bir "Selamsız Bandosu gibi... Belki de içinden tren geçen Mungan öyküleri gibi...

Bugün tanıştım şehirle; Budapeste'yle... Sevdik birbirimizi galiba. En azından gözlerimin ve ayaklarımın şehri sevdiği kesin. Yüreğimin de bazilikalar ve kiliselerde çağladığı... St. Stephen'da bir düğüne şahit olduğu... Matyas Kilisesi'ne yarım saat hiç durmaksızın bakakaldığı... Jozef Atilla -Nador caddesi üzerinde okuyacağı üniversite adını ve kapısını görünce heyecanlandığı... Operett adlı küçük sevimli hediye dükkanında nedense her zaman olduğu gibi Venedik maskelerine... Sonra Macar bez bebeklerine düşkünlüğü, Beyoğlu İstiklal Caddesinin eski, ama gerçekten eski ve tadında, Markiz'ine çok benzer bir pastahanenin limonlu çikolatalı ev yapımı dondurmasına bayıldığı ve sonra onca saat yürümekten gerçek anlamda bayıldığı için Tuna'nın, evet çamurluymuş doğru, kenarında ayakkabılarını çıkararak ayaklarını sanki ilk kez görüyormusçasına oynatıp serin sularda dinlendirdiği... Orada kitap okuduğu...Sonra aynı şekilde geri yürüyüp, arada dayanamayıp gene ara sokaklara girip çıktığı, renkli kiremit, özellikle koyu kırmızı, damlı evleri, arada grifit- gotik binaları seyre daldığı... Nihayet, geldiği yönden yurduna doğru metroya bindiği ve en son da alışveriş yaparak yurt odasının yolunu tuttuğu... İşte yüreğimin "niçin bu denli heyecanlısın daha zamanın var" demesine karşı böylesine çağladığı; ama Kale Bölgesi'ne de yakında, çok yakında dediği; yorgun bir göz kırptığı...

Bugün tanıştım şehirle; Budapeşte'yle. Biraz kasvetli...Ama sevdik birbirimizi galiba...

31 Ağustos 2008 Pazar

Yanan Şehir


Bir kış sabahından süzülen güneş ışığı, parlak örgü desenli perdeleriyle her iki pencere arasından hafif yeşil halının üzerindeki iki uzunca dörtgen üzerine düşüveriyor ve güneşin vurduğu bu sıcak açıklıkta küçük bir oğlan çocuğu zıplıyor ve dans ediyor. Hayat hakkında daha çok az şey biliyor. Küçük olduğunu ve büyüyeceğini biliyor ama ne doğmuş olduğunu ne de öleceğini biliyor. Dört yaşında olduğunu ve yakında beş yaşına basacağını biliyor, ama “bir sene” demekle ne kastedildiğini bilmiyor; çocuk, hâlâ zamanı yalnızca dün, bugün ve yarın olarak ölçüyor.
“Baba,” diye aniden bağırıveriyor; babası, kahvaltısını henüz bitirmiş ve günün ilk sigarasını—zamanı sigaralarla ölçen bir insan— yakmış, “baba, dün gece rüyamda öyle çok şey gördüm ki! Bütün bu odayı gördüm! Rüyâmda, sandalyeleri ve yeşil halıyı ve aynayı ve saati ve sobayı ve perdeleri ve dolapları gördüm ben.”
Bunları söylemesiyle birlikte, alev alev yanarak cazırdayan sobanın yanına doğru zıplıyor ve bir takla atıveriyor. Çocuk, sobayı ve onun önündeki açıklık alanı odanın içindeki en önemli ve en asil şeyler olarak görüyor.
Babası, evet der gibi başını sallıyor ve gazetesinin bir ucundan ona doğru bir kahkaha patlatıveriyor ve çocuk da babasına gene bir kahkahayla karşılık veriyor; öylece kontrol edilemez bir biçimde gülüp geçiyor. Kahkahanın, gülünçlüğün bir takdiri değil de hâlâ yalnızca neşe ifadesi sayıldığı bir yaşta. Birkaç gün önce, pencerenin tam önünde ayakta durduğunda, aya bakarak da bir kahkaha atmıştı; ayı gülünç bulduğundan değildi bu, ama ay, yusyuvarlak parlak suratıyla çocuğu neşelendirmişti.
Çocuk, kahkahayı öylece patlatıverdiği sırada, bir sandalyenin tepesine güçlükle tırmanıyor ve duvarda asılı duran resimlerden birini işaret ediyor.
“— Ve rüyâmda en çok da bu resmi gördüm ben,” diyor.
Resim, eski bir Hollanda tablosunun fotoğrafıydı, Yanan Bir Şehir.
“Peki, bu resmi nasıl gördün rüyânda?” diye soruyor babası.
“Bilmiyorum.”
“Haydi, düşün!”
“Ah evet, rüyâmda şehrin yandığını gördüm ve bir köpekçiği de okşadım.”
“Ama, köpekçiklerden korkarsın sen genellikle.”
“Evet, ama resimlerde onları güzelce sevip okşayabiliyorum”.
Çocuk, en sonunda babasının yanına geliyor ve şöyle söylüyor, “Sevgili babacığım, bu resmi duvardan indir. Babanın, tıpkı dün yaptığı gibi, bir kez daha resmi göstermesini istiyorum bana.”
Resim, odaya daha yeni asılmıştı; bir önceki gün gelmişti. Duvarları çevreleyen diğer resimlerle birlikte küçük çocuk da kendini uzun zaman önce tanımaya başlamıştı: Strindberg Amca ve Schopaur Amca (aslında Schopenhauer) ve Napolyon Amca ve çirkin ihtiyar Goethe ve genç haliyle büyükanne. Ama Yanan Şehir yeni; ayrıca öteki resimlere göre çok daha eğlenceli. Baba, çocuğu neşelendirerek duvarda asılı duran resmi aşağıya indiriyor ve şimdi her ikisi birlikte bu resmin tadını çıkarıyor. Denize doğru kıvrılan geniş bir ırmak ağzının hemen üzerinde tek direkli yelkenli bir gemi ve birkaç kayık, sağlam bir kulesi bulunan kemerli köprüye doğru seyrediyor. Kıyının sol tarafındaysa yanan şehir duruyor: Sivri uçlu ve eğik duvarlı bir dizi dar ev, yüksek çatılar, kiliseler ve kuleler; kocaman insan kalabalığı şuraya buraya koşuşturuyor, alev alev yanan ateşten deniz, dumandan bulut, duvarlara yaslanmış merdivenler, üzerlerinde bir oraya bir buraya sallanan yüklerle kaçan atlar, varillerle ve çuvallarla dolu iskeleler ve her çeşit çerçöp; ırmağın üzerinde neredeyse devrilecek gibi görünen bir kayığın içinde yığınla insan duruyorken, köprünün öte tarafında insanlar değerli hayatları için koşuşturuyorlar ve öndeki boşlukta bir yerde iki köpek birbirine doğru burunlarını çekerek öylece dikiliyor. Ama arka alanda, ırmak ağzının denize açıldığı uzak bir yerde, küçücük bir ay, benzi atmış bulutların pusunda oturuyor ufukta; bütün bu perişanlığa bitkin ve üzüntülü bir edayla kaçamak bakışlar atıyor.
“Baba,” diye soruyor küçük çocuk, “şehir neden yanıyor?”
“Biri, ateşle ilgili dikkatsiz davranmış,” diye cevap veriyor Baba.
“Kim dikkatsiz davranmış peki?”
“Ah, insan böylesine uzun bir süreden sonra bundan emin olamaz.”
“Ne kadar uzun bir süre?”
“Şehir yanalı yüzyıllar oldu,” diyor Baba.
Bu, Baba’nın da açıkça fark ettiği gibi, küçük çocuk için biraz kafa karıştırıcıydı ama sorusuna da bir şekilde cevap vermek zorundaydı. Çocuk, bir dakikalığına sessizce oturuyor ve düşünüyor. Zihninde, konu hakkında yeni düşünceler ve izlenimler canlanarak eskileriyle birbirine karışıyor. Serçe parmağıyla yanan şehri işaret ediyor ve şöyle diyor:
“Evet, ama şehir dün yanıyordu ve şimdi bu-gün de yanıyor.”
Baba, resimler ve gerçek arasındaki farkı açıklamaya cesaret gösteriyor şimdi. “O, gerçek bir şehir değil,” diyor, “o, yalnızca bir resim. Gerçek şehir çok çok uzun zaman önce yandı. Yok oldu gitti. Orada koşuşturan, kollarını sağa sola sallayan insanlar öldüler ve artık yaşamıyorlar. Evler yanıp kül oldu, kuleler yerle bir oldu. Köprü de yok olup gitti.”
“Kuleler yanıp kül mü oldu yoksa devrildi mi?”
“Hem yanıp kül oldu hem de devrildi.”
“Buharlı gemiler de öldü mü peki?”
“Gemiler de çok önce yok oldu,”diye cevap veriyor baba. “Ama onlar buharlı gemi değil, onlar yelkenli gemiler. O zamanlarda buharlı gemi yoktu henüz.”
“Ama onlar buharlı gemi, bence ” diyor çocuk. “Baba, o buharlı geminin adı ne?”
Babanın kendince bir fikri vardı; çocuğun da kendine göre bir aklı vardı işte. Baba, artık açıklama yapmaktan yoruluyor ve sessizliğini koruyor. Çocuk, eski Hollanda yük gemisine parmağıyla işaret ederek kendi kendine konuşuyor: “O buharlı geminin adı Bragë ve şunun adı da Hillersea ve bu da Prenses Ingeborg.”
“Baba,” diye haykırıyor birdenbire çocuk, “ay da yok olmuş mudur?”
“Yo, ay duruyor yerinde hâlâ. Orada hâlâ yerli yerinde duran tek şey o. Geçen gün, anaokulunun penceresinden bakıp da bir kahkaha attığın ayın aynısı işte.”
Küçük çocuk sakinleşerek tekrar yerine oturuyor ve düşünüyor. Sonra nihayet bir diğer soru geliyor:
“Baba, bu şehir yanalı çok çok uzun zaman mı oluyor? Biz Prenses Ingeborg’a binip gittiğimiz zamandan bu yana mı?”
“Ondan da çok çok önce,” diye cevap veriyor baba. “O şehir yandığında ne sen vardın; ne ben vardım; ne annen ne de büyükannen.”
Çocuğun suratı birdenbire ciddileşiyor. Besbelli tedirgin görünüyor. Sessizce oturarak uzunca bir süre düşünüyor. Ama onun için işler yolunda gitmiyor gibi.
“Söylesene baba,” diye en sonunda soruyor, “şehir yandığında neredeydim ben? Annemle Grenna’da mıydım o vakit?”
“Hayır, ahbap,” diye cevap veriyor baba, “şehir yandığında sen daha ortada yoktun.”
Çocuk, kendine özgü tutumuyla alt dudağını gene biraz öne doğru çıkararak var gücüyle şöyle diyor şimdi: Yo, böyle bir şeyi kabul edemem. Sonra vurgulamak istediğini yineliyor babasına:
“Evet, ama o zaman neredeydim ki ben?”
Babası cevap veriyor, “Sen daha dünyaya gelmemiştin.”
Çocuk, babasına yuvarlak gözleriyle bakıyor şimdi. Ansızın o küçük suratı aydınlanıyor,
babasının yanı başından ayrılıveriyor ve yeşil halının üzerine vuran güneş lekelerinin arasında hoplayıp zıplayarak dans etmeye başlıyor; gene var gücüyle haykırarak şunları söylüyor:
“Ah, evet, Ben de aynını yaptım. Ben bir yerdeydim, ben bir yerdeyim!”
Çocuk, babasının yalnızca şaka yapıyor olduğunu düşünüyordu. Böylesi bir fikir çok gülünçtü hiç şüphesiz! Hizmetçi kadınlar da onunla gırgırına böyle anlamsız konuşurlardı zaman zaman; ve çocuk da babasının aynı şeyi yaptığını düşünüyordu şimdi.
Bu yüzden gene hoplayıp zıplamaya başlıyor ve güneş ışıklarının altında dans ediyor.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Öykünün özgün adı: The Burning City

HJALMAR SÖDERBERG (1869-1941)
İsveçli romancı, öykücü, şair, oyun yazarı ve gazeteci. 1869’da Stockholm’de doğar. Lirik kalemiyle tanınır. Ancak yapıtlarına çoğunlukla melankolik bir atmosfer hakimdir. 1880’lerin gerçekçi akımına bağlı kalır. Anectodes (1898) adlı yirmi öyküsünün bulunduğu derlemsiyle büyük çıkışını gerçekleştirir. Ardından, otobiyografik romanı Martin Birck’s Early Days ile dünyada kendine bir yer edinmeye çalışan sancılı genç bir adamın hikayesini anlatır. Bu eserin ilk kısmında, Martin’in sessiz, sakin çocukluğuna, ağırbaşlı çekiciliğine yer verirken, bir sonraki kısımdaysa genç adamın yaşam acılarına, deneyimlerinden damıttığı yaşam derslerine odaklanır. Bir sonraki romanı Doctor Glas ile öldürmenin bir anatomisini çıkararak ahlaki konulara değinir. Ardından Gertrud adlı oyunundaysa, aşk temasını ele alarak aşka kaderci bir biçimde yaklaşır. I. Dünya Savaşı’nı anlattığı ve 1922 yılında yayımlanan The Hour of Fate adlı dramı ayrıca önemlidir. Son yıllarındaysa Söderberg, Kopenhag’a taşınarak.daha çok gazeteciliğe ve tanrıbilimsel çalışmalara yönelir. Nazizim karşıtı etkin çalışmalarıyla göze çarpar. 1941’de Danimarka’da hayatını kaybeder. Margaret Atwood’un önsözü ile yeni İngilizce çevirisi yayımlanan Doctor Glas, Anglo-Saxon yazın dünyasında Söderberg’i daha da ayrıcalıklı bir konuma yükseltir.

NICIN YAZARIZ?

JOHN UPDIKE

Konu başlığım, bu Sanat Festivalinde özlü ifade üzerine kayıt tutma imkanı sunuyor; bana sorulduğunda ise, uygun bir değerlendirme yaparak sırasıyla “ Neden olmasın?” demeli ve işe koyulmalıyım.

Ama bunun yerine, dakikalar harcamadan, kendi kendine esrarengiz bir şekilde yirmi yıla yakın zamanını “yazı” denilen oldukça bencil ve keyfi bir eylemle geçirerek ekmeğini kazanmış bir adamın içindeki sorunun keşfine çıkmayı umuyorum. Yazının, etrafımızı çepeçevre saran toplum üzerinde nasıl bir fayda sağladığına ve eğer şanslıysa da yazara arka çıkmasına dair oldukça farklı bir soruyu gözden geçirmek niyetinde değilim. Eskiler, şiir ile yazının amacının eğlendirmek ve öğretmek olduğunu söylüyorlardı; Aristotle, ne kadar korkunç ve hazin olursa olsun, hâlâ büyüleyici bir kavram niteliğindeki dramatik bir devinimin duygularımızdaki marazi, kişisel, öznel katışıklıkları ruhsal arınma yoluyla en nihayetinde silip süpürdüğünü öne sürmüştür. Duygudaşlığın, kurmaca ötekilerin yaşamıyla özdeşleşerek artması, çoğu kez anlatının hedefi olarak ortaya konulur; D.H Lawrence, kendine özgün coşkunluğuyla, şöyle yazmıştır, “Ve burada, esaslı bir şekilde ele alınarak, romanın engin önemi yatmaktadır. Roman, duygudaş bilincimizin akışını bilgilendirerek yepyeni alanlara yol açar ve duygudaşlığımızı tamamen ölmüş bitmiş nesnelerden ayırmamızı sağlar.” Kafka ise kitabın, içimizde buz kesilen denizi kırmak için bir balta olduğunu söylemiştir. Burada, insan yüreğinin ta en derinlerinde buz kesilen denizi kastetmiş olmalıdır; oysa, Kafka’nın kendi sanatının baltası (bu, Max Brod’un ölüm sonrası başkaldırışı olmasaydı eğer, Kafka da onu yanına, mezarına alacaktı) diğerleri için örneksel bir amaca hizmet etmiştir. Acı dolu ve azizlere yaraşan bu çilenin belirtisi ise çağdaştır, eski zamanların yüce ve ahenkli ozanlarına ve saray şairlerine oldukça uzaktır. Flaubert’in Louise Colet’e yazdığı mektuplardan birine kulak verelim:

*Ben, işimi , tıpkı bir çilecinin göbeğine kadar uzanan saçlarının kaşıntısını sevdiği gibi, çılgınlık ve sapkınlık derecesinde bir aşkla seviyorum. Bazen, kendimi bomboş hissettiğimde, sözcükler ağzımdan dökülmeyince, sayfalar dolusu karaladıktan sonra aslında tek bir cümle bile yazmadığımı anlayıverince kanepeme öylece yığılıveriyorum ve oracıkta şaşkınla uzanıyorum, çaresizlik batağında kendimden nefret ediyorum ve kendimi, beni böylesi bir umuttan sonra kalp çarpıntıları içinde bırakan bu çılgın kibir için suçluyorum. On beş dakika sonra ise, her şey değişiyor; kalbim neşeyle çarpıyor. Geçen Çarşamba, yattığım yerden doğrulmak zorunda kalarak mendilimi gidip aldım; gözyaşları sicim gibi akıp gidiyordu suratımdan. Kendi yazdığımdan duygulanmıştım; tasavvur ettiğim his, onu betimleyen deyiş ve o deyişi bulmuş olmanın verdiği doygunluk— hepsi birden, en büyük hazzı tecrübe etmeme neden oluyor.

Öyleyse, yazarın uğraşı buysa, insan onun neden daha keyifli bir iş bulmadığını merak edebilir; ve ayrıca insan, yazarın, salt kendine ait ürünü için, gene kendisini neden satışa çıkardığını da elbette sorgulayabilir.

Çoğu insan, mantıklı biçimde, yazmanın bir propaganda olduğunu kabul eder. Elbette, ortada kötü ve eski moda bir propaganda bulunduğunu da itiraf ederler; bu, tıpkı sosyalist gerçeklik ve traktörle tanışma romanlarını ve Hıristiyan melodramlarını andıran ve Horatio Alger ya da Samuel Smiles kapitalist başarı öykülerine benzeyen eserler niteliğindedir. Ancak tıpkı herhangi bir kristal parçasının dikkatlice bir mukavvaya ya da yongaya işlenmesi gibi birtakım iletilerin tasarlanarak hikayenin içine yedirilmesi de su götürmez bir gerçektir. Ülkemde gün geçmiyor ki bir öğrenciden ya da bir öğretmenden öylesi kitaplarda ne demek istediğimi sorgulayan, benim incelikli bir biçimde en ufak parçasına kadar kurguladığım birtakım cümlelerinin daha çok ayrıntısına inmemi arzu eden mektuplar ya da çoğunlukla tanrıbilimsel veya cinsel konulara dair memnuniyet verici bir biçimde bilirkişi konumuna yakıştırılarak bir konuşma yapmamı rica eden davetler almayayım. Bir kahraman olarak yazar, Hemingway ya da Saint-Exupéry ya da D’Annunzio gibi Camus’nun muhtemelen son örnek teşkil ettiği bir gelenek nedeniyle, Amerika’da yazar tarafınca bir eğitimci olarak addedilmektedir. Çoğu yazar eğitir, pek çoğu yazmayı öğretir; yazmak, kitabın ölüm haberinin kulağa çalınmasına ve yazılan sözcüğün matem çanının monoton bir biçimde çınlamasına karşın, akademilerde hâlâ büyük bir ısrarla öğretilir; herhangi bir yazar, öyle varsayılıyor ki, ders verebilir ve zihindeki o daha saf akademik bilgiler, “yazıların” ta kendisi, bir elekten geçip de yeteri derecede kaliteli bulunursa eğer, eğitsel düşünmenin nesneleri olarak çalışma alanında öncelikli yerlerinde konumlanır.

İnsan, nazikçe ancak sebatla sorgulayan, eğitiminin mesafeli ama işler durumdaki öğesi niteliğindeki durumunu doğal karşılayıp bunu kabul eden bir mektup-yazarına, onun salt görevinin gerçekte bilgi edinmek ve kendisine ait dönem ödevini ya da doktora tezini ya da eleştirel yapıtını açıklamaya yarayan bir denemeyi aydınlatmak olduğunu söyleyemeye nasıl cüret edebilir— ayrıca insan, çarçabuk anlatılabilen bir iletinin eksikliğinin, aslında çoğu kez, iletinin ta kendisini olduğunu itiraf etme cesaretini pekâlâ nasıl gösterebilir; çünkü ağzı sıkılık da bir yazar için en az anlatım kadar önemli bir araçtır; öyle ki, bir anket sırasında aceleyle doldurulan çoktan seçmeli bir madde, yalnızca yersiz sayılmayıp yazarın gerçek eylemine de uygunsuz düşer; çünkü bu eylem, oldukça ilginç bir biçimde özel ve seçicidir, son derece yüce bir beyannameden ziyade aslında bir şeytan çıkarma ve masal uydurma meselesidir; öyle ki yazar, en iyi biçimde, yaşamın kendisi kadar belirsiz ve kesif bir durum ortaya koyar; burada açık sözlü olmak gerekirse, yazının toplumsal yararı, yazar için öncelikli olarak her nasılsa birkaç iş imkanı—Avusturalya’da birkaç devlet bursu— bir yazar olarak yaşamını idame ettirmek için birkaç iş imkanı ortaya koyması nedeniyle önemlidir.

Basında çalışan gazeteciler ve senaryo yazarlarını saymazsak eğer, iki yüz milyon nüfuslu varlıklı bir ülkede, ancak yüz Amerikalı erkek ve kadın yaşamını yazarak kazanabiliyor. Öyleyse, Nobel Ödülü’nün* zafer hatırası söz konusu değilse bile, ülkenin böylesine ufak seçkin temsilcilerden oluşan bir zümre tarafınca sahiplenilmesini, en azından tinsel aristokrasinin iyi kalpli merasimlerini sorgulamaz mısınız? Gerçekte, yazarın görevi tıpkı vicdanın ve tanrı elçisinin sesi olarak insanlık adına konuşmak, kendilerini konuşarak temsil edemeyen milyarlarca insana hizmet sunmak değil midir? Bu anlayış ilgi çekicidir ve çoğu Rus olan birtakım yazarlar, yeteneklerinden bütünüyle ödün vermeksizin öylesine yüce bir görkeme talip olmuşlardır. Ancak genel olarak, Sartre ya da Faulkner gibi bir yazar fevkalade meşhur bir insana dönüşüverince, onların sahip olduğu ve etraflarına gösterecekleri özgül bilirkişinin yerini de iyi niyetli bir boşboğazlık doldurmaktadır.

Yabancı bir ülkede, kürsüye çıkarak konuşmaya cesaret ettiğim en son yer, dinleyicileri arasında iri cüsseli beyaz bir adamın coşkun sorusu karşısında, insan soyunun genel ıslahının ve öldüresiye kusurlu kendi ulusum içindeki toplumsal koşulların bile düzetilmesinin bir yazar olarak benim esas dürtüm olmadığını itiraf etmek zorunda kaldığım Kenya’ydı. Elbette, bir yurttaş olarak insan oy verir, oturumlara katılır, özgürlükçü dindarlığa taraf olur, vergi öder ya da vergi kaçırır ve kendi Başkanı’ndan bile daha cömertçe —o hale gelir ki —yardım derneklerine katkıda bulunur. Ama bir yazar olarak kendi adıma, sanatsal amacımı insani endişem içindeki bütün alanlara yayma girişimi ve bu uygulamanın doğruluğu için amacın asaletine ikame etme, sahip olduğum herhangi toplumsal faydanın da zarara uğramasına zemin hazırlayacaktır, hiç şüphesiz. Bu, Sovyet işçi kamplarını gören Solzhenitsyn’in başına gelmiştir; ırkçı polis devletinin gerilimlerini, çelişkilerini ve zorbalıklarından büyük zarar gören Bayan Gordimer ve Bay Mtshali için de bu durum geçerlidir; toplumsal protesto ve bir reform umudu ise onların tanıklık ettiklerinin en derininde saklıdır. Solzhenitsyn’in Sovyet devletine dair ortaya koyduğu açık ve yürekli meydan okuması muhteşemdir; ancak, The First Circle gibi bir roman, kör ışık altında şartlandırılmış ve —kabul edelim ki— şovence bir havaya büründürülmüş bir kınamanın ötesine geçerek bizim için daha çok teminat sağlar; bize bilinmedik bir dünyanın kapılarını açar; ve insanın belli bir çeşit siyasal düzen altında nasıl yaşadığına dair karmaşık ve yalnızca dolaylı olarak ortaya çıkıveren bir kınamanın tasvirini sunar. The First Circle’ın klostrofobik ve kalabalık kurşuni dünyasını düşündüğümde, Henry Miller’ın yüz kızartıcı Paris romanlarındaki dokuyu anımsarım. Burada da, Miller’ın tarif ettiği üzere, insan koşullarının herhangi siyasal bir umut dermanından bertaraf olmasına karşın, gerçeği ve gerçeğin —eski ve nahoş ancak hâlâ hayati bir gerçek—açığa vurulması için yadsınamaz bir arzuyu elimizde tutarız. Ve Miller ise, kendi yolunda, şehit düşer: Tıpkı Solzhenitsyn’da olduğu gibi, onun yapıtları da kendi ana yurdunda yayımlanamamıştır.

Nerede duruyorsak orada yazmalıyız; her nerede duruyorsak da yaşam tam oradadır; ve her ne kadar dar olursa olsun, yaşamın taklidi, bildiğimiz üzere, bizim tek alanımızdır. Kenya’da, simgesel olarak Üçüncü Dünya diye adlandırılan, sayıca çok geniş halkların konumlandığı köşede, Amerika’ya özgü o sahne üzerinde oturuyorken, benim tüyler ürpertici itham edicimin ağzından dökülen ve yazar mesleğiyle kendi deneyimim arasında uzaktan yakından ilgisi bulunmayan o ifadeleri duyamadığımdan ötürü kendimi suçlu ve afallamış hissediyorum; benim endişelerimin—hayatta kalabilmek, gelişme göstermek, kendi küçük evrenimi gene kendime ve diğerlerine eğlenceli kılabilmek, başarısızlığa uğramak, başarısızlığa uğrayacaksam da eğer, ne sanatsal korkaklık ne de tembellik aracılığıyla bunu tecrübe etmek, denemelerimdeki bütün dizgi yanlışlarını yakalamak, kitaplarımı içerikleriyle birlikte hem çarpıcı hem de adil bir biçimde yayımlamak, sözcükleri, boşlukları ve kurgulanmış gerçeklikleri daha önce tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen bir örüntü içinde düzenleyebilmek, yayımladığım herhangi bir cümleyi savunabilmek—onunkine kıyasla öylesine bayağı olmasından dolayı kendimi mahcup hissediyorum. Ama bir kez sahnenin dışına çıkmayayım (bir yazarın nadiren yapacağı bir şeydir bu) o zaman da daha az mazeret belirtmeye çalışırım ve benim, iyi niyetiyle sorgulayan, adamıma ve aynı dinleyici grubun içinde, Amerika’nın hem gerçek hem de sözde günahlarının kefaretini ödemesi için bana bel bağlayan sessiz suratlara; mektuplarıyla bana yalvararak yedinci sınıfa geçmelerini sağlamamı isteyen hazin öğrencilere bile inanırım—öyle ki bu insanların hiçbiri benim uğraşımdan zerre kadar bir şey kavradıkları yoktur.

Öyleyse neden yazarız: Hemen ardından da soralım; niçin bu denli bir bağlılık? Çünkü başımıza gelen kişisel kazaların sayısı, bizi, daha önce var olan bağlayıcı bir zanaata doğru sürükler; en önemlisi yaşamda böylesine bağlayıcı bir silah mevcut ve biz de ona bayılıyoruz.

Bir kurşunkalemi düşünün. Ne kadar sessiz, hünerli, narin, küçük ama mucizeler yaratan biri! Onun bir dokunuşuyla, dünyalar vücut buluyor; tehlikesiz bir kaplan, ağır olmayan buharlı bir silindir, hiç masrafı bulunmayan bir saray. Bütün çocuklar, kurşunkalemlerin ve tebeşirlerin büyüsüyle hayat dolu; hiçlikten bir şey yaratıyorlar adeta; birkaçı da bu büyünün etkisinden asla kopmayarak sanatçı olmayı deniyor. Ben de bir zamanlar kabarık ve coşkun heyecanımın üzerine bir şapka gibi oturuvermiş o vitray avizenin altında, yemek masası sofrasına resimler çizen heyecanlı bir çocuktum. Şimdiyse bize hem zamansal hem de uzamsal olarak öylesine uzak kalan o çocuğu ne heyecanlandırıyor? O, kendisine düşünülemez gelen bu kürsünün başından ayrılıp, iki felsefi duyumsama arasında var olarak boy göstermekte artık.

Birincisi, taklit bir yer değişim olmaksızın hak iddia eder; benim resmettiğim kedi, yiyecek bulmak için dalaşmak zorunda kalmadı ya da arka verandaya geliveren gerçek kediye gönlünü kaptırmadı. Ben resim yaptığım zamanlarda dünyada var olan sınırlı sayıdaki mal mülkü yeniden düzenlemekten ziyade aslında dünyaya bir şeyler katıyordum. Büyük Buhran sırasında, orta sınıf yoksulluk kıyısında yaşam mücadelesi veren bir aileydik; babamın, rekabet derdi içine saklanmış patırtı dolu o zor durumundan kendimi alıkoymaya hevesliydim; kurşunkalem ve kağıt, diğer oyuncakların aksine ucuzdular.

Ve, İkincisi, kurşunkalemle çizilmiş bir sayfada var olan dünya çeşitli bağlantılara olanak tanır. Bunun eski bir örneğini, ben ne zaman bir düz yazı ya da şiir derlemesini bir araya getirdiğimde ya da birbirinden farklı durumlarla izlenimleri tek bir öykü şekline bürümeye çalıştığımda, keyifle şöyle dile getirebilirim: Kağıdın bir yüzüne nesneler çeşidi çizerdim—çiçekler, hayvanlar, yıldızlar, tost makinesi, sandalyeler, çizgi roman karakterleri, hayaletler, burunlar— ve onları çizgilerle, iki çizgiyi içeren bir yol ile birleştirirdim; böylece hepsi birden tek bir imkansız ağacın dalındaki meyveye dönüşürdü. Bu yaratıcı eylemin bana öylesine güçlü bir biçimde keyif verdiği yaş aralığını tam olarak anımsayamıyorum; derlemeler yapma isteği, parçaları bir araya toplama, insan zihninin oyunbaz ve sanatsal yönünü işaret eden derin şiddetli bir arzudur, hiç şüphesiz. Ne kadar derin olursa, bir hikayeyi başından sonuna değin dinlemek ya da farklı şeylerden ortak benzerlikler çıkarmanın naçiz esrikliği de şiddetli bir arzu oluşturabilir. Proust, hiç şüphesiz, estetik cennet kuramının temel taşını benzetme yapmıştır ve Plato, onu doğru kavrıyorsam eğer, hangi benzer nesneler dizisinin ortak bir özelliği bulunuyorsa onların da kendi içlerinde ayrı bir mevcudiyeti olması gerektiğini duyumsamıştır; tıpkı bizi dünyaya getiren idea gibi, dünyayı algılayışımız içindeki adcılığın kabusundan ayrı tutulmasını hissetmiştir. Gene de, bir kurşunkalem ve bir kağıttan insan ortaya çıkarmak, bir mağaranın duvarına kanla bizon resmetmek kadar büyülü bir eylemdir; nahif, gölgede bırakılmış ve el yordamıyla yazgınsın peşine düşmüş bir çocuk bu noktada bir şey ele geçiriverir ve dahası göklere yükselmiş övgüyü derinden yaralar.

Sanatsal hareketi, içte uyanan benlik ile ona karşı uyanan madde dünyası arasındaki var oluşum diye tanımladım; ama hiç şüphe yok ki, insanın ailesini memnun etme isteği erken yaşlarda ortaya çıkar ve böylesi bir durum da sanatçının hayatı boyunca içinde taşıyacağı bir şeydir aslında; bu, onun davranışının ne kadar nahoş görünmesine ve işin ne kadar tatmin edici algılanmasına karşın dünyayı memnun etme arzusu olarak baki kalır. Biz, sözgelimi, Henry James’in çok para kazanmayı umduğunu keşfettiğimizde ve James Joyce’un da kendi hakkında çıkan bütün incelemeleri okuduğunu öğrendiğimizde şaşıp kalırız. Sanatçının kişiliğinin anlaşılmasının zor bir karşıt değerliliği vardır: O, bir mağara adamıdır; ancak mağarasında da düzenli biçimde yaşamını sürdürmeyi umut eder. Mahremiyet gereksinimi ve tanınma gereksinimi: Bir çocuğun hassasiyeti her iki gereksinimde de kendini gösterir ve dile getirebilirim ki biraz önce anlattığım o yalvarış dolu mektuplara karşı gösterdiğim tepkideki hareketli muğlaklığı rahatça hissedebiliyorum—insan, mektup almaya can atar ve onları cevaplamakta gönülsüz davranır. Ya da (en iyi bildiğim yazınsal sahneye bir miktar gönderme yaparak) her deyimiyle bizim sevgimize ve yakınlığımıza çanak tutan büyük isteği eşliğinde, Saul Bellow’un bir solukta okunan hararetli kurgusu ve Bellow’un şahsi, hafif mağrur ve farklı derecede huysuz kişisel alanı arasındaki çarpıcı tezatlığı düşünün. Ayrıca, J. D. Salinger, bir kitaptan zevk alan okurların o kitabın yazarına telefon ederek yazara ulaşmalarını öneren bir başyapıt, The Catcher In The Rye, kaleme almıştır; sonra da ömrünün geri kalan yirmi yılını telefondan uzak durarak geçirmiştir. Bir yazar, şunu söyleyebilirim, hiç şüphesiz doğal yaradılışının getirdiği kusurlardan dolayı, dünyayla tek bir kademede iletişime geçmesini sağlayan, bir kulaktan ziyade bir ağız kadar derin görünen mağara şeklinde bir uzuv yaratmıştır. Kısmen, belki de, yazarın kendi bilinçaltı gene yazarla rüyalar aracılığıyla iletişime geçer. Çünkü geri iletim imkanları, cevaplanması gerekmeyen mektuplara, telefon defterine alınmayan adlara, hücum eden yıllık kitap incelemelerine ve hediye edilmemiş ödüllere indirgenildiğinden, böylesi bir iletişim, en güvenilir olanı hariç, herhangi kişisel bir değişimden daha dürüst sayılabilir; buna karşın, çarpıtmaya dair fevkalade imkanlar da kontrolsüzce boy gösterir. Burada, yazarlığın oldukça gizli ve menfur bir iki hoşnutluğunu dile getirirken, öylesine inatçı, karşı koyan ve aşağılayıcı dünyanın da düzeltilen, iyi ayarlanan, hatta kulağı hafif çekilen ve arındırılan bir taklidin rolüne soyunmasını itiraf etmiş bulunuyorum. Gerçeklikte yenilgiye uğrayan imgelemler bütünüyle şımartılabilir; durumun engellenmesiyle yön değiştiren eğilimler de bir sona ulaştırılabilir. Benim durumumda ise, çoğu kez beni şaşırtmayı beceremeyerek, kurgusal karakterlerimin özgün bir biçimde hayatımda peşi sıra boy göstermesine karşın, kendi kurgularımın kahince bir özelliği bulunduğunu fark ettim. Biz, aslında, hem gizli bir var oluş durumundan yola çıkıp hem de bellek üzerinden yazarız eserlerimizi ve yıllar sonra o ağır kanlı yaşamlarımız, tüyler ürpertici bir sadakatle, gerçeklikte kendini dışa vurur; örüntüler ise bizim tasavvurlarımızda yansır.

Ne var ki, vitray avizenin altında kalemini oynatan tutku dolu o çocuktan fazlasıyla, çok hızlı bir biçimde, uzağa düştük. İnsanın, çoğu kez, gerçekliğe başvurmanın rahatsız edici gereksinimi olmaksızın, bir kalemle hem yazıp hem de çizebileceğini ergenlik çağımda keşfetmiştim. Bunun yanı sıra, yazılı sayfaların altındaki mağara, bir çizim defterinin altında bulunandan çok daha fazla çeşitlikteki alana ev sahipliği yapar. Benim yazarlığım, kendi düşünceme göre, yalnızca görsel belirginliğin el yordamıyla resimsel şekle bürünmesiyle ilgilenmekle kalmıyor; kitapların nesneler olarak uzamda, tıpkı bir kanaviçenin üstündeki şekiller gibi, kendi içlerindeki olayların ve insanların bir araya gelip nasıl tasarlandığıyla da uğraşıyor. Ben bu yöntemi önermiyorum; bu, belki de, ilkel anlatı dürtüsünün bir sapkınlığıdır. Hikaye anlatıcılığı, bütün tasvir gücü nedeniyle, müzikle birlikte zamanın da ortamını paylaşır ve belki de sözü geçen bu anlatıcılığın dehasının, onun en merkezi dönüşümünün zamanla, ritimle ve yankıyla yakından ilgisi vardır; bu da, tıpkı bir harmonide olduğu gibi yönlendirilip donatılarak, tablo üzerindeki herhangi bir resim gibi donakalmaksızın, zaman hissine gönderme yapar.

Ancak, insan kazanmış olduğundan daha fazlasın veremez ve biz de yazılarımızda, deneyimlediğimiz estetik duyumları diğerleri adına yaratırız. Benim durumumda, bunlardan bazılarını şöyle sıralayabilirim: Dürer ya da Vermeer’in çizgesel kesinliği, Henry Green’in düşüncesiz-ve-isteksiz atmosferi eşliğinde sözlü ve ruhsal inceliği, Proust’un eğretilemeleri, Kafka’nın ve Joyce’un esrarengiz somutluğu, çözülmüş bir matematik probleminin bileşenlerine dağılıvermesi, özenle dokunmuş gizemli bir hikayenin çözülmesi, bilim kurgunun dünyayı hor gören etki alanı, gerçekten nükteci bir sayfa yazının insanı gözyaşlarına boğan etkisi. Yazmak, gerçek anlamda, pek de önemi bulunmayan şeyler ortaya koymamıza olanak sağlar: bizi güldürür, bizi ağlatır; ve eğer pornografikse ve biz de oldukça gençsek orgazma ulaşmamıza neden olur. Bunun yanı sıra, elbette, uykuya dalmamızı da sağlar; ve bu uyutucu etki, yazarın toplumsal amacının sıkça öne atılan tartışması esnasında bile daima göz ardı edilir; bunun, yazının en yaygın ve kullanışlı etkisi olduğunu sanıyorum— kitap, bir uyku öncesi içkisinden ziyade az sıklıkta karşımıza çıkan yalazlı bir kılıç ya da bir ışık huzmesidir. Yararı ne olursa olsun, toplumun birtakım bireyleri bizim ürünümüzü satın almak isteyerek faydalı bulsun; ama, bana göre, söz konusu diğer insanların refahı, onlarla iletişim, onları asilleştirme ya da radikalleştirme ya da dehşete düşürme ya da onları uyuşturma insanın yazma eylemindeki birincil nedendir.

Hayır, her hevesli yazarın size söyleyeceği gibi, bir yazarın istediği esas şey eserinin basılmasıdır. İnsanın, belirsizce ve gelişigüzel sürdürdüğü yaşamın içindeki değişen izleri yazılı hale —metale ya da ofset baskı makinesinin icadıyla oldukça gizemli biçimde elektriklendirilen bir kauçuğa —dönüştürmek; dilin çift kat büyüsünü, kendi izlenimlerimizin mekanik çoğalımını ve oyunbaz yapıları bir başka varlık alanı içinden geçirerek katmerli ve uzaklara yayılan bir varoluşa; bizim işgal ettiğimizden çok daha geniş bir alana, kuramsal olarak sonsuz bir alana taşımak: bu, aslında, bizi masalarımız başında tutan bir alarmın melodisidir, bizim kasvetli uyarlamalarımız, bizim uykusuzluk telaşımız, sözlüklerimiz, ansiklopedilerimiz ise yapayalnız ve fuzuli olan emeğimizdir. “Bir yığın kitap yazmanın sonu yoktur; ve böylesine yoğun bir çalışma bedenin bitkin düşmesi demektir.” İnsan, mütevazı bir biçimde iyi donatılmış bir kitapevine girdiğinde bile hissedilen bir bitkinliktir bu. Ama böylesi bir durum ancak ticaret ile sanayi dünyasını içerir; ve yazarın benliğini heyecanlandırarak onun sınırlılığı üzerinde bir zafer yanılsaması bırakan imalat ve dağıtım mekanizmasına dair farklı fani hayallerin uyanmasını kapsar.

Bir çocuk olarak kendi özdeğim ve iletim haline gelmenin nasıl olduğunu bulmak için yaşamama karşın, yazma isteğim o özdek ve iletim sayesinde başlamadı; gerçekte bu istek, sözü geçen özdek ve iletimden kaçarak baştan sonra daha iyi bir dünyaya sığınma arzusuydu. Ben on üç yaşındayken, evimize The New Yorker adlı bir dergi alıyorduk ve ben bu dergiyi öyle çok seviyordum ki bütün dileğimi ve çabamı ortaya koyarak dergi sayfalarınca bütünüyle ele geçirilebilmek için kendimi yeteri kadar küçük, mürekkebi andıran ve dikkatli biri olmaya zorluyordum. O noktada, varlığın şekli değişmiş biçimini düşlerdim ve “yazarın yaşamı” denilenin bende vücut bulacağını düşünürdüm. Benim düşlemim, bu düzlemdeki baskıcı konumum ve yeryüzünün yarısını dolaşarak dünyaya tanıklık etmemi sağlayan birinci sınıf uçak biletleri kadar bütünüyle gerçeklikten uzak değildi. Ama sizden hepten riyakâr bir biçimde istemeyeceğim tek şey, bir yazarın yaşamına dair haksız, şüpheli ve hatta korkak bir durumu kabul etmenizdir.

Sanatçılar arasında, bir yazarın araç gereci—hepimizin az çok kullandığı dil gözden en az ırak olandır; dilbilgisi ve yazım kurallarına biraz dikkat ederek acemi insanların olağan maceralarını dile getirebiliriz. Bir ressam nasıl resim yapıldığını öğrenmelidir; onun atölyesi simya ile ilgili maddeleri ve fiziksel kuvveti anımsatan bir yerdir. Müzisyenin uzmanlaşmış ilminin iksiri ve kişisel becerikliliği ise çok daha göz korkutucudur ve hiç tecrübesiz olana daha az uygundur; ve bu nedenle de yazarın hünerinden, her nasılsa, daha az derecede bozulmaya yüz tutar. Bazı ressamların ve müzisyenlerin yaşamlarının en güzel döneminde kötülemeye başlamalarına karşın, çok daha azı ve birkaçı esaslı bir biçimde yazarlığı seçerler. İşimizin sırrı, haince bir incelikten geçer; bizim sanatımız, kulağa gelen harflerin dünyasını belirleyen öylesine akıllanmaz edayla işleyen bir amatördür ve “profesyonel yazar” deyişinin ta kendisinin de pis bir anlamı vardır. Hilaire Belloc, yazarlıktaki güçlüğü anlatırken onun hiçbir zaman bir meslek olarak görülmediğini ama bir hobi anlamına geldiğini söylemiştir. Yazarlık, benim de tarif ettiğim gibi, azim dolu bir oyun temsilidir.

Dolayısıyla, şimdiye değin dili iyi kullanmanın verdiği keyiften, dilin anahtarını elinde tutarak kullanımın muhafızı sayılan ve doğruluğun yürütücüsü addedilen yazardan hiç bahsetmedim. Bu, ne kadar sıklıkla öne sürülürse sürülsün* çok gerçek bir kanı gibi görünmez bana. Dil, sokakta ve sözlü basında yayılıp gelişir ve iyi yazılmış kitaplar dilin yönünü bulmasına dair son duraklardır. Yazar, çoğunlukla sakıngan bir biçimde, konuşma dilini takip eder. Kendimin, kitap eleştirilerinde sözcükler üzerine imleyici olarak tanımlandığını görüyorum. Bu doğrudur; çok dilli esnekliği ve güzel bir şans eseri, iki imparatorluğun bir sonucu olarak, dünya çapındaki değeri ile İngilizcenin içine doğmuş olmaktan dolayı minnettarım. Ne var ki, İngilizcenin kendiliğinden gelen özelliği, esnek dilbilgisi ve verimli anlamdaş sözcükleri nedeniyle noktalamalarla uğraşmadığımın farkındayım; ancak, bazı deyiş ve paragraflar alanına sağladığı potansiyel ve bu potansiyelin gerçeğe dönüşerek taklitten de bir başka gerçeklik meydana çıkarması sebebiyle bu dille ilgilendiğimin bilincindeyim; böylesi bir gerçeklik ise, sonsuz bir biçimde, az ama derinlemesine ele geçirilmiştir; ve derinlemesine insanidir.

Pascal şöyle der, “Doğal bir söylem bir ihtirası ya da bir etkiyi tasvir ettiğinde, insan, kendi içinde, daha önce bilmemesine karşın orada var olan okuduğunun doğruluğunu hisseder. Dolayısıyla insan, bize bunu hissettirebilen kimseyi sevmeye de yatkındır; çünkü o bize kendi zenginliğini değil aslında bizim zenginliğimizi göstermiştir.” Yazarın direnci kendisine ait değildir; o, arkasına dünyayı alarak sayfanın diğer tarafındaki okurların arasından geçerek akan, kendisini öylesine konumlandırmış bir su yoludur. Bu su yolunu tertemiz tutmak onun zahmetli görevidir; yazma ediminde isimsiz olmak yazarın şöhret arayışının da sonu demektir.

Öyleyse, kurnaz özel hırslar ve çizgesel temsil uygulamalarının getirdiği çocuksu bir büyülenmeyle yola çıkarak, sesli bir biçimde kendi kendimi haklı çıkarma arayışı içinde, mahcup bir özgeciliğin içine düşüverdiğimi görüyorum. Bir etki bırakma isteğiyle işe başlayan insan, en sonunda o noktadan mükemmel bir şeffaflık yaratmak ve kendisini, bütünüyle, tıpkı bir mercek kadar işinin ehli bir biçimde odak noktası haline getirmek için o etkiyi yok etmek ister. İnsan, ün peşinde koşarak işe başlar ancak her şeye —her okşayıcı ilgi, konuşmak ve bilge bir adamı temsil etmek için gelen her davet, benliğin ve de bedenin her açlığı— dair korkunç bir sabırsızlık hissiyle nihayete erer ; bu, bizi çepeçevre sararak bizden kat kat üstün dünyaya karşı coşkun tanıklığımızı gölgeleyen ve pıhtılaştıran her şeyi ilgilendiren bir sabırsızlıktır. Yazar, o belirsiz ama incinebilir ve bir zamanlar yitip gitmiş gerçeğiyle, yazar olmadan önce sürdürüyor olduğu değerli hayatıyla başlar işe; ama —yılların işleyişiyle birlikte— o içi boşaltılan ilk etkiler eşliğinde, anlamsız olmasına karşın, kendini hâlâ bir yazarın rolünde, sıradanlığın beklenti içindeki okurları ve hiç şüphesiz bir iletişim alışkanlığı içinde konumlandırılmış olarak buluverir. Bir yazar olarak işte tam o noktada bu hayattan göçüp gider ve hareketsiz kültürel salt bir nesneye dönüşür; ya da benliğini, bir bakıma, deneyimin acemi cereyanına ve zihninin saf faaliyetlerine yeniden sunarak dünyaya gözlerini açar. Alakadar olmayı sürdürmek—Amerikalı romancılardan yalnızca Henry James yaşlılığında bile sanatını geliştirmeyi sürdürmüştür; birçoğu ise, gerçekte, en iyi romanlarını erken yaşlarında ya da hemen hemen erken dönemlerinde kaleme almıştır. Hayattayken yaşadığımız enerji med-cezileri: Başarı da, hiç şüphesiz en az başarısızlık kadar, hayal kırıklığına neden olur; böylece devinim ve öngörü yaratma beklentisinin gücü giderek azalmaya başlar. Neredeyse tek başına kalan yazar, bu yitimden getiri de kazanabilir. Gevşek benliği içinden daha yüksek sesle çağlama fırsatı da gene yazarındır. Çünkü onun bu çağlaması asla bütünüyle kendine ait olmamıştır; o, bu durumun fazlasıyla kaynağı olduğu kadar bahanesi de sayılır. Küçük bir zorbanın, bir kalemi ustaca kullanmasına dair duyduğu haz, kendi içinde, bir kalem olma durumuna karşı her daim bir duygudaşlık taşır; yazar, her geçen gün kendini bir araç olarak düşünürken, onun vasıtasıyla zaman ve yer de adından söz ettirmeye başlar. Eksilmek ve daha çok aktarmak, enerjiyi bilgelikle tazelemek—yaşamının orta yerini geçmiş biri olarak böylesi bir umutla— neden yazıyor olduğumun gerekçesidir.

******** ******** ********

Çev: Deniz Gündoğan



* Mart 1974, Adelaide, Güney Avusturalya.

* Ödül o yıl Avusturalyalı Patrick White’a verilmiştir.

Oswald Mtshali, Zululu şair. Hem kendisi hem de Nadine Gordimer Adelaide Festivali’nde yer almıştır.

* Iris Murdoch tarafından 1972 Blashfield Konferansı’nda öne sürülmüştür.