16 Ocak 2009 Cuma

AÇIK MEKTUP...CANER'E...



Uzunca bir aradan sonra... Yeni yıl'ı yazmadan; 2009'a nasıl başladım, neleri ardımda bıraktım ya da bırakamadım, neleri kucaklamaya hazırlandım...Kucakladım... Koca bir yıl neler götürdü, neler neler getirdi... Artık 2009 yapraklarını saymalı...

Ama şimdi... Önce...
Şimdi konum yeni yıl değil; biraz sonra, bir yazı sonra ("bir aşk sonra.." hangi şairin lafıydı?) değineceğim yukarıda çınlattıklarıma...
Şimdi sadece 2007'de, yılın son günlerinde, en son Kadıköy'de, gene soğuk bir kış gününde... Belki kasım sonu....Aralık başı...Bahariye caddesinin bir ucunda kendimize ait bir yerde, Cafe&Shop'ta oturuyorduk ... Gene çok sık görüşememekten dert yanıyorduk; ama görüştük mü de dakikaların, saatlerin nasıl geçtiğine gene şaşırmıyorduk aslında; öyle özlemiş oluyorduk ki birbirimizi...
Buluşmalarımız...Çoğunlukla hayat, kitaplar, oyunlar, aşklar... derken... Senin yorumlarına öyle değer veriyordum ki...Çoğu zaman yazından, okuduğumuz romanlardan, hayata paralel bakan gözlerimizden geçenlerden sıcacık bir demli çay eşliğinde saatlerce sohbet ederdik; sonra bir an oturduğumuz yerden sıkılır, hadi gezelim gene diye kitapçılara, sahaflara girer çıkardık aylakça... Ya da Moda sokaklarında, gene çay bahçelerinde...Ya da Beşiktaş'tan Üsküdar'a motorla geçerken yol bitmesin isterdik ya zaman zaman. Boğaz'ın yarı karanlık-ışıklı sularını geçerken havanın soğuk olmasına aldırmaksızın dışarıda oturur, biraz önce gene bir kafeden çıkmış olmamıza rağmen bir simiti paylaşırdık omuz omuza...


Şimdi neredesin Caner? Ben, arkadaşımı en son Kadıköy'de o kafede bıraktım sanırım; o zaman "Kurtlar Vadisi" filminde oynamanın heyecanını daha atamamıştın üzerinden; durmaksızın set arkasını anlatıyordun heyecanlı gözlerinle. Ama "Yaprak Dökümü" vardı artık... Ven ben gurur duyuyordum seninle.... "Şevket" oluşuyordu yavaş yavaş... Ve ben haftanın belirli bir günü kendime ödev veriyordum; seni izlemek... Tıpkı çok eskiden Mimar Sinan Üniversitesi'nde senin oyununun provasını izler gibi; ya da gene yıllar önce "Kaygusuz Abdal" oyununda seni Şehir Tiyatro'sunda izler gibi... Sonra telefon ediyorduk birbirimize. Sen hemen soruyordun:
"Eee nasıldım Deniz?"
"Ya Caner, cok tuhaf bir duygu bu! Yakından tanıdığın birini televizyonda izlemek.İyiydin tabii...çok iyi... daha da iyi olacak..."
"Olacak, değil mi?"
"Evet, kesinlkle!"

Aslında ilk başlarda rolüne kendini çok vermiyorsun diye düşünürdüm; adını koyamadığım bir tutukluk vardı sende... Ama sonra... sonra...öylesine giriverdin ki rolünün içine. Ya da hayatın giriverdi Şevket'in içine. Seni izlerken televizyonda sanki karşımda oturan ve hayat üzerine binbir çeşit dem vuran o Caner vardı tam önümde. Seni yakından tanıyanlar gerçek hayatta mimiklerini öylesine iyi bilirler çünkü; özellikle gözlerinin ve konuşurken dudağının kenarında yaptığın minicik hareketler... Şevket de onu yapıyordu işte! Ve sen yavaş yavaş kendini ortaya koyuyordun...
İlk bölümler... böyle geçti.. ilk heyecanla, sorgulamalarla, üzerine yaptığımız sohbetlerle, eleştirilerle, hatta minik dedikodularla...

Sonra... kayboldun Caner... aramaz oldun; hoş ben de arayamadım seni... Sanırım ikimiz için de tuhaf günlerin başlangıcıydı... Bir ara uzunca konuştuk gene; Çiğdem vardı o zamanlar.... Sanırım mutluydun(bana kızmasın n'olur; adını buraya yazdığım için... ama açık mektup olsun bu...en azından bu olsun... lütfen!) Ben sana yine aynı yakınmalarla gelmiştim; aşklarımız, gönül yaralarımız, hayatlarımız, eşik noktalarımız, sevdiklerimiz, kaybedişler, geri kazanışlar, kararlar, karasızlıklar.... Hep yapmak istediğim bir şey vardı hani; gönül meselesi... " Hadi artık, yeter Deniz'ciğim!" derdin....Ben de " Sanırım, evet... olacak Caner!" derdim.... Cevabını sonra söyleyeceğim sana, laf aramızda :)

Sonra... çok kayboldun be Caner... Sanırım aramızda renkli cam artık... Ya da boyalı gazete parçaları... Ya da bir "tık" la değişiveren internet sayfaları.... Öyle tuhaf bir his ki... Arkadaşıma yabancılaşmak; mücadele ediyordum hâlâ kendimle çünkü. Ayak diriyorum bu beklenmedik yabancılaşmaya. Çünkü bir yerde senin de kendi içinde kendine yabancılaştığını sezebiliyorum; kendine içinde kaybolduğunu; en azından seni biraz olsun tanıdıysam hissedebiliyorum bunu; senden çalınanları, çalınmasına belki de izin verdiklerini, öfkeni, haksızlıkları, ilkelerini, pişmanlıklarını; hayatın neresinde durmayı düşleyip neresinde durduğunu... Ama bu yabancılaşmayı da hiç istemdiğini... Ve artık ne olacağı....

Yıl 1999... Seni ilk tanıdığım... O günün koşullarınca, kendimce ruhsal bir girdabın içinde olan bir ben...Evet, gönül yarası diyebiliriz buna çok uzun zaman sonra. Hatırlıyorsundur, nasıl destek olduğunu bana o günler boyunca... Hararetli sohbetlerimizi...Aslında destek olduğunun ayrımında mıydın o sıralar bilemiyorum; sonradan keşfettik bunu.

Yıl 1999... Marmara Depremi'nin olduğu gün; sabaha karşı 5'te telefonda konuşmamız. Heyecan. Panik. Cep telefonu yok o günlerde daha; en azından seninle benim yok. Ev telefonundan "Çok merak ettim, iyi misin" diye araman... ve depreme inat edip evin içinde oturmak ve senle telefonda gene uzunca konuşmak... Sonra ertesi gün, anneannen ve annen ile Üsküdar'da parkta sabahlaman, deprem korkusu ile...

Sonra... hemen hemen her gün her biri en az iki saat süren telefon konuşmalarımız... sonra buluşmalarımız. Sanırım bu, sana yazdığım ikinci mektubum. Birincisi yıllar yıllar önce sana elden verilmişti; yine benim tarafından ama el yazısı...Konu telefon konuşmalarıydı, biraz sert bir mektuptu nedense, hatırlarsın :) Şimdi o mektubu sana nasıl verdiğime şaşıyorum ve birazcık da utanıyorum, laf aramızda.... Bir kopyası bende hâlâ saklı sanırım; çekmecemde duruyor olmalı.

Bir buluşmamızda, "Ben kendimi sana göre nedense kirli hissediyorum" demiştin bana; hangimiz pek temiz olabiliyoruz ki bu dünyada, soruyorum sana Caner? Ama çabalıyoruz.. Gene kendimiz için... Tek bir yaşam var ve tek bir tane var her birimizden...Bir kere gelmişsek bu dünya üzerine, hayat deneni anlamı yaşamaya çabalamak; kendimizi iyi hissetmek, etrafımıza iyi hissettirmek... Ve birazcık da şanslıysak, şanslı azınlıklardansak eğer, ardımızda faydalı, iyi bir şeyler bırakabilmek, güzel şeyler üretebilmek, her anlamda...

Sen bunu yapmaya başlamıştın bile... Devam etsen gene... devam...

Bu mektubu yazarken, seninle uzun zamandır konuşamadığımızın bilincindeyim. Seni, senden değil de zaman zaman üçüncü ağızlardan dinlediğim için kulaklarımı söylenenlere tam da açmadım; açamadım doğrusu. Nelerin doğru nelerin yanlış olduğunu bilemiyorum; ama ben arkadaşım Caner'i geri istiyorum, iyi bir tiyatro oyuncusu olan Caner'i geri istiyorum; kendim için değil yalnızca...Caner'in de kendisi için!

Belki bir gün bu yazdıklarımı okuma fırsatın olur... Olmazsa da...biz bir şekilde yine bir yolunu buluruz! Ama önce kendine çok dikkat et...Lütfen!

Sevgiyle,
Deniz

Not: Seninle tanışırken ben hangi Shakespeare karakteriydim acaba, unuttum bu arada :) Rosalind ya da Desdemona?

Hiç yorum yok: