Anlattığımız Hikâyeler
--Kısa Hikâye Üzerine Görüşler--
Sınırları Yıkmak: “Toprak, Hava, Su, Zihin”
Leslie Marmon Silko
Storyteller’da [1](1981) bütün hikâye anlatıcılarına şükranlarımı sunuyorum. Hikâye anlatıcıları adı meçhul kişilerdir. Onlar yaşar ve ölürler. Hikâyelere hizmet ederler. Hikâyeler ise canlıdır ve sonsuza değin yaşamını sürdürür. Bununla birlikte, kendi yazdığım hikâyelere “o söyledi”[2] diye eklemek, çevreden duyduğum çoğu hikâye anlatıcısının kadın olduğunu anımsamak amacıyla hoşuma gidiyor.
Ben, sabahları yazıyorum. Günün sonunda ise, şöyle demeye hazırım, “Ah, şu büyük nükleer düğmeye bas ve bütün hepsinden kurtul.” Ne var ki sabahları, hâlâ umut var gibi hissediyorum. Sabahın erken saatinde insanların nasıl olur da koşuya çıktıklarını ya da yüzdüklerini ya da gerçekten zorlu işler yaptıklarını anlayamıyorum. Bütün sözcükler, bütün düşler, düşlerinizin yarattığı bütün eşsiz şeyler hücrelerinizde ve terinizde saklı ve sonra koşucu onları dışarıya atıyor. Yazar olmak istiyorsanız bedeni sarsamazsınız ya da yerinden oynatamazsınız. En yakın hissedeceğiniz yol ise düşsel durumdur, uyanmaya başlama halidir, daha iyisidir, dolayısıyla gecelikler de iyidir. Aslında, hiçbir giysi bu duruma uygun değildir ama ben bol elbiseler giymeyi tercih ediyorum. Onlar çok önemlidir.
Düşler, çoğunlukla, harekete geçme noktasını veriyor bana. Benim asla oturup da onları hikâyeye dönüştürecek öyle müthiş düşlerim olmadı—asla. Ne var ki, içinde nefis öğelerin ya da rahatsız edici unsurların bulunduğu ve beni hikâye yazmaya sevk eden düşlerim oldu. Örnek olarak, 1981’de, Tucson’daki evimin üzerinden helikopterle geçiyor olmalıydı ve ben onları düşlerime kattım. Ama benim düşlerimde helikopterler alçaktan uçuyordu. Bir tür Vietnam-devri helikopterleriydi ve kapılar geriye doğru eğrilmişti ve yaralı Amerikan piyade erleriyle doluydu. Ve onların Meksika’dan geldiklerini görebiliyordum düşümde. Ve şaşırıp kaldım, niçin Meksika’daki mücadelemizin düşünü görüyordum? Bu, 1981’deydi ve öylesine güçlü bir histi ki nihayetinde bütün bu düşün bana ne anlama geldiğini gösteren Almanac of the Dead’i yazmamla sonuçlandı. Gördüğüm öteki düş de Almanac için önemliydi; iki kafa Sochi Milko bahçelerinde, bu harikulade meyve-sebze çuvalı içinde, yüzüyordu. Parıl parıl parlayan, renkli, örgü plastik alışveriş poşetlerinden biriydi bu. Ve sonra Meksika’nın Amerikan büyükelçisine ve asistanına ait olan o iki kafa yüzüyordu orada. O düş, yazmam, üzerinde çalışmam gerekenleri ya da başlangıç noktamın oluşumunu sağladı bana. Bana rehberlik etsin diye düşleri kullanıyorum. Düşler bu biçimde etkisini gösteriyor bende.
Ben, anlatı ve hikâyelerle çalışmaya bayılıyorum: Duyduğum şeyler, uydurduğum şeyler, anımsadığım şeyler. Almanac of the Dead (1991) yalnızca hikâyelerle doludur. Dinlediğim küçük hikâyeler: Ocak başındaki küçük kül-çocuğun hikâyesi, kendi ailemde bir avlu üzerine çıkan kan davasının hikâyesi, Simon Ortiz’in bana anlattığı hikâyeler. Simon’a şöyle söylerdim: “İki kez ölen ihtiyar bir adam hakkında hikâye yazdın mı hiç?” “Şey, hayır,” derdi. “Bir türlü yolunu bulamadım.” Nihayetinde ben de şöyle dedim, “Bilirsin, bana kalırsa—içimden öyle geliyor ki—büyük bir olasılıkla o hikâyeyi yazacağım.” Sonra, Pete’in domuzu hakkında bir hikâye vardı. Bu, Simon’ın ailesinde patlak veren gerçek bir hikâyeydi aslında; bu gelin ve görümcenin bir domuz üzerine kavgaları. Domuzu en çok kim beslerse, en çok eti de o alacaktı.
Böylesi küçük hikâyeler karşısında büyüleniyordum, çünkü sahiplenme ya da elinde tutuma düşüncesine yönelik bir şeyler anlatıyordu bütün bunlar. Onları “Özel Nitelik” adı altında bir araya getirdim; ancak yapmaya çalıştığım şey, birbirinden farklı şeyleri hikâyesel bir şiire sığdırmayı ve onları bir arada tutmayı deneyimlemekti. Onlar, imgelerin belli başlı tekrarlamaları ile bir arada tutunuyordu. Birleştirmenin içsel yollarını deneyimliyordum burada. Buna bir örnek, küllerin—kül-çocuk— tekrarlamalarıydı ve sonra aşığı ile buluşmak için ocak küllerini boşaltmayı bahane göstererek zina yapan kadın. Bu imgeler yeniden ortaya çıkınca ya da yeniden görününce merakım kamçılanıyordu.
Bir başka şey de Bill Jeremiah’a ait olan atlar konusuydu ve bu atlar her zaman Laguna üzerinden giderdi. Onlar da, elbette, özel niteliklere ilişkindi. Bununa birlikte, Laguna’da hepimizin duyduğu o his de hoşuma gidiyor; orada gerçekleşen neredeyse her şey, o atları uygun bir arka plan haline getirmişti sanki. Onlar bir yerdeydi. Uzakta, kum tepeleri açıklarındaydı ya da ortada bir yerdeydi ya da gerçekten tam da ön taraftaydı. Kısa hikâyeye ilişkin bütün kuralları tam anlamıyla güzelce kavradığımdan, bütün bu hikâyeleri tek çatı altında toplamaya bu denli arzu duyuyordum ve olan şey de buydu.
Bana kalırsa, anlatının matematiğin işlevlerine benzer bir yönü var; matematikçilerin kıyı şeridinin yalnızca birkaç parça ölçülerini alarak tamamını görmedikleri sahil şeridinin gerçek biçimi hakkında tasarı sağlayan kesirsel şeyler gibi. Buna benzer bir dinamiğin dilde, anlatıda da işlediğine inanıyorum; dolayısıyla size birkaç parça şey veriliyor ve siz de ne olacağını anlatabiliyorsunuz. Almanac of the Dead’i yazmaya başladım çünkü Mayalar geleceğe ilişkin kehanette bulunabildiklerini söylüyorlardı ve onların anlatılardan oluşan almanakları vardı ve ben de meraklanmaya başlamıştım: Bu nasıl da böyle oluveriyor? Bana kalırsa, insanlar günün birinde bunu çözecekler.
Almanac of the Dead’i yazmaya başladığımda, iki ihtiyar hanımefendi karakterimin en güçlü hissettiği sınırların anlamsızlığı meselesiydi. Yerli kabile halkı Meksika sınırı üzerinden geçmişti; sınırlar anlamsızdı. Bu his, Tucson’ın havasına da çoktan sinmişti. Sınırlara önem vermeme hissi çok güçlüydü. Dolayısıyla ben de Berlin Duvarı çöktüğünde çok etkilenmiş ve bundan çok memnun olmuştum. İnsanların oradan oraya hareket etmesiyle o muazzam göçler ve yer değişimler karşısında da hayrete düşmüştüm; çünkü bütün bunları Almanac’ta yazmıştım, ama bu denli yakın bir zamanda gerçekleşeceğini de hiç düşünmemiştim.
Anahtar imge, verilecek ipucu, dünyanın çevresinde ışıldayarak ortaya çıkan ve Filipin halkının Marcos ordusuna karşı direnişini gösteren imgelerdir. O askerler, Manilla’daki o halka ateş açmadığında, gerçekleşen bir sonraki olayın Tienneman Meydan’ı gibi göründüğünü düşündüm. Henüz lisans öğrencisiyken Marshall McLuhan’la dalga geçerdim, ama McLuhan bu evrensel imgelerin etkileri hakkında haklıydı. Öylesine güçlü belli başlı imgeler var ki, hemen ortaya dökülerek her şeye siner.
Sınırlar her yönde yıkılıyor. Bu, uzun zamandır yaklaşan bir şey ve insanların ne olup bittiğine dair bir çeşit toplu farkındalığı var. Almanac of the Dead’de, ayaklanmalar çıkacağını ima ediyorum, dolayısıyla Los Angeles’teki ayaklanmalar söz konusu olduğunda, bir yazar olarak memnun oldum. Bir yazar, bazı şeyleri çözdüğüne her zaman sevinir. Ayaklanmalar kaçınılmazdır. Ben, bu yolla çözüme ulaşabildim. 1640’tan bu yana ayaklanmalarla karşılaşıyoruz. Mülksüzleştirilmiş, esir edilmiş ve sömürülmüş milyonlarca ve milyonlarca insanı elinizde tutamazsınız. Günümüze değin hâlâ, biz, her birimiz, Yerli Amerikan halkına ve Afrika-Amerika halkına yüzyıllar önce yapılanların etkileri ile yaşıyoruz. İnsanlar bunun çok zaman önce, geçmişte olup bittiğini, beş yüz yıl önce olduğunu söylüyorlar. Ne var ki bu, doğrusal zamanı kullanmaktır. Sömürgeciler uzun zaman-dizgisi kullanmaya bayılmışlardır. Bu durumda şöyle diyebilirlerdi, “Bu, çok uzun zaman önce oldu. Niçin hâlâ öfkelisiniz?” Ne var ki birçok yerli kültür ve halk, zamanı bir okyanus gibi düşünüyor. Onun içinde yüzüyoruz biz. Afrika-Amerika halkına kırk dönüm arazi ve bir traktör vaat edilmişti. Ülke hiçbir zaman bu sorunu çözmedi. Los Angeles’teki ayaklanmalar, bir bakıma, kesinlikle gerekliydi ve geçmiş düşünüldüğünde kesinlikle önüne geçilemezdi.
Kanımca ne denli çok sınır yıkılabilirse, bu o kadar iyi: Siyasi sınırlar ve düşünsel sınırlar. Bence sınırlar gözden kayboluyor ve gözden kayboluyor çünkü onları kadınlar görünmez kılıyor. Buna yönelik itici güç ise kadın çalışmalarıdır. Bütün bu bölünmenin marjinal olduğunu kavramaya çalışmak için adım atanların biz kadınlar olduğuna inanıyorum. Bölünmenin sonunun yaklaştığını görebiliyorum. Afrikalı-Amerikan, Yerli Amerikan, Latino gibi gülünç gruplandırmalar. Bütün bunların hepsi Amerikan edebiyatı, ne de olsa. Erkek yazını ve kadın yazını diye adlandıracağımız bir noktaya gelmekteyiz artık ve nihayetinde insanların yazınına ulaşacağız. New York’a okuma gününe davet edildiğimde, bu hâlâ bir Yerli Amerikan gecesiydi, ama yavaşça, yavaşça, yavaşça, yavaşça bu gibi gülünç sınırlar ortadan kalkıyor ve şimdi kadınlar bunun gerçekten ne anlama geldiğinin farkındalar, bu artık hızla ve daha hızla akıp gidecek.
Üstünde en çok düşündüğüm bir diğer konu ise türün sınırları. Böylesi sınırlara hiçbir zaman çok dikkat etmedim. Bana kalırsa en önemli nokta, dillendirmeniz gerektiğini hissettiğiniz bir şey varsa eğer, onu yazıya dökmek, ilerlemesini sağlamak ve onun bir şiir mi yoksa kısa hikâye mi olduğu hakkında daha sonra endişelenmek. Ceremony (1977) kısa hikâye olarak başlamıştı.
Hukuk bir diğer çeşit sınırı temsil ediyor. Ben, hukuk fakültesinde altı yarıyılın üç dönemini geçirerek yarı dönem okudum ve bu harika bir biçimde aydınlatıcıydı. Bir kültürü anlayabilmek için hukukta bahsedilenleri araştırıp öğrenmekten başka iyi bir yol yoktur. Hukuk, büyüleyici bir düşünsel uğraşıdır. Hukukun gerçek uygulaması boşluklarındadır. Birinci yıl dersinde Anglo-Amerikan hukuk sistemini okursunuz. Derebeylerinin patronlar olduğunu öğrenirsiniz; onlar yargıçtılar. Derebeyleri, kanunu esasen kendi köleleri, tebaaları ve halk üzerinde icra etmişlerdir. Anglo-Amerikan hukuk sisteminin bütün tarihini araştırırsanız, küçük insanın her daim orada durduğunu ve kudretli yöneticinin de her zaman orada oturduğunu görürsünüz ve bu sistem halkın—Amerika bölgesindeki yerli halkın ve diğer bölgelerdeki insanların—aradığı türden bir adalete geçit vermez. Bu, adil bir sistem değildir. Bunu bir kez anladığınız zaman, sistemin devam etmesinin anlamı kalmıyor. Müvekkillerime şöyle tavsiyede bulunabilirdim, “Deveye hendek atlatın; sonra da yakıp kül edin onu,” çünkü küçük insanlar için hiçbir çıkar yol bulunmuyor. Dolayısıyla vicdanın bütün cömertliğiyle karar vererek, kendimin hapse girmesi ve müvekkillerimin hapse girmesi yerine okulu bırakacaktım ve hukuku suçlayacaktım. Bir bakıma Almanac of the Dead, yedi-yüz ve-birkaç -tuhaf sayfalık iddianamedir. Bu benim hukuk davamdır. Benim toprak hak talebimin davasıdır. Bana kalırsa, yüzyıllardır mülksüzleştirilmiş insanların yeniden ya da daimi olarak, “biz bunu talep ediyoruz” diye defalarca kendilerini göstermeleri gerekiyor. Biz unutmak istemiyoruz. Almanac of the Dead’in son kısmında, Wilson Weaseltail adlı karakter hukukta hiç mi hiç adalet bulamayacağınızı söyler size. Dolayısıyla Wilson bir şaire dönüşür ve hukuk davalarını listeleyen şiirler yazar.
Yabani hayvanlardan daha az aptal değiliz. Yabani hayvanlar, kendi türlerinin ne zaman öldüğünü, kendi türlerinin ne zaman acı çektiğini söyler size. Gerçekte, belli başları yolları izleyen herhangi bir kimse, rengi ne olursa olsun, geçmişi ne olursa olsun, nükleer deney karşısında aklı başından gidiyorsa, dünya üzerinde petro-kimyasal kullanımın yayılması karşısında büyüleniyorsa, çimlik alanlara sahip olup Batı’nın değerli suyunu—çünkü su çok kısa bir zaman içinde tükenecek—kullanmaktan etkileniyorsa, toprak tarafından gerçek anlamda değiştirilecektir. Bu kıta, insanları gerçek anlamda değiştirecektir. Değiştirmeye çoktan başlamıştır ve değiştirmeye devam edecektir. Bizim göreceğimiz şey nihai kayboluş olacaktır. Brezilya’da düzenlenen “Rio Konferansı’nın Ötesi”nin tümü bu durumla ilgiydi: Sanayileşmiş bir ulus, diğer tüm uluslardan daha çok kirletmektedir yeryüzünü. İnsanlar söyle diyorlar, “Biz bu şekilde yaşamaya devam edemeyiz.” Avrupai işler” ya da dünyayı mahvederek, sömürerek ve kirleterek varlığını sürdüren bir yaşam tarzı demekle kast edilen budur. Herhangi bir soru bulunmuyor, ancak o yollar ve o günler sayılı. Ve bunun yalnızca bir yıkımla sonuçlanıp sonuçlanmayacağına ya da işin üstesinden gelebilmede bir değişiklik olup olmayacağına da an itibariyle karar veriliyor. Avrupalıların sonunun geldiğini düşünmüyorum, ancak Avrupa davranışlarının, değerlerinin ve onların topraklarına karşı tutumlarının sonunun geldiği görüşündeyim. Yeryüzüne, havaya ve suya ilişkin o eskimiş davranışlardan kopma eğilimi çoktandır var ve varlığını sürdürmeye de devam edecektir. Böyle olması gerekmektedir. Bununla birlikte, gerçekleşen olaylara ilişkin olumlu hisler içersindeyim. Bana kalırsa, ne kadar çok sı-nır çökerse, o kadar iyidir. Bana kalırsa, Doğu-Avrupa halkı gelip Batı’yı gördüğü zaman ve tam tersi gerçekleştiğinde, doğruluk kendini gösterecektir.
Çev: Deniz Gündoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder