22 Mayıs 2011 Pazar

SARTRE'DAN FAULKNER'A....

FAULKNER’DA ZAMAN:

SES VE ÖFKE

JEAN-PAUL SARTRE

Ses ve Öfke’nin okuru ilkin yazış tekniğinin tuhaflığı karşısında şaşırır. Faulkner niçin hikâyesinin zamanını parçalamıştır ve parçaları dağıtıp birbirine karıştırmıştır? Niçin Faulkner’ın dünyasına açılan ilk pencere bir budalanın bilincinden verilir bize? Burada okur dayanak noktalarını keşfetme ve kendisi için kronolojiyi yeniden inşa etme ihtiyacı duyar: “Jason ve Carolina Compson’ın üç erkek çocuğu ve bir de genç kızı vardır. Genç kız, Caddy, Dalton Ames tarafından baştan çıkarılır ve nihayetinde bir koca bulmaya zorlanır…” Ama okur bu noktada duraklar, zira bir başka hikâye anlattığının ayrımına varır. Faulkner, ilkin düzenli bir anlatı anlamımda hiç kafa yormamıştır ve sonra parçaları tıpkı iskambil destelerin gibi karıştırmıştır; zira bu hikâyeyi başka türlü anlatamazdı o. Klasik romanda, eylemin bir odağı bulunur: Örnek olarak, Karamazov babanın öldürülmesi ya da Kalpazanlar’da Edouard ile Bernard arasındaki görüşme. Ses ve Öfke’de böylesi bir odak aramak beyhude olacaktır: Benjy’in iğdiş edilmesi mi? Caddy’nin talihsiz aşk macerası mı? Quentin’in intiharı mı? Jason’ın yeğenine karşı nefreti mi? Her bölüm, bir kere kavrandığında, diğerlerine de çağrıda bulunur—gerçekte, diğer bütün bölümler de onunla ilintilidir. Hiçbir şey gerçekleşmez, hikâye ilerlemez; tercihen, her sözcüğün ardında zalim ve nefret dolu bir varlık olarak keşfederiz hikâyeyi, her durum eşliğinde şiddetli bir görünümle değişime uğrayarak. Bu düzensizlikleri virtüözlük içindeki salt kullanımlar olarak düşünmek bir hatadır; romancının estetiği bizi her zaman onun metafiziğine geri götürür. Eleştirmenin görevi ise yazarın tekniğini değerlendirmeden önce onun metafiziğini ortaya çıkarmaktır. Ve gün gibi ortadadır ki Faulkner’ınki zamanın metafiziğidir.

Zamanın içinde mahsur kalmak insanın talihsizliğidir“…insan kendi talihsizliklerinin toplamıdır. Bir gün gelir, talihsizlik de yorulur sanırsın sen ama zaten senin talihsizliğin zamanın kendisi olur…”[1] Bu, romanın hakiki konusudur. Ve Faulkner’ın uyarladığı teknik, ilkin zamanı yadsımak olarak görülse de, bunun nedeni bizim zaman ile kronolojiyi karıştırmamızdır. Tarihler ve saatler insan tarafından icat edilmiştir: “…gelişigüzel yapılmış bir saatin üstünde bulunan mekanik bir yelkovanla akrebin durumunu hiç durmadan düşünmek aklın çalışmasını gösterir demişti babam. İfrazattır demişti babam, ter gibi.” (69). Gerçek zamana ulaşmamız için hiçbir şey ölçmeyen bu icatları terk etmeliyiz: “…Zaman demişti küçük çarkların tik taklarından oluşup kaldıkça ölmüş demektir; ancak saatler durursa zaman canlanır.” (76). Quentin’in saatini kırmasının, bu yüzden, simgesel bir değeri vardır; bu, zamanı saatlerin yardımı olmaksızın kavramamızı sağlar. Bir budalanın, Benjy’in zamanı ise saatler tarafından ölçümlenemeyendir; zira o bunları anlamaz.

Faulkner’a göre şimdiki zamanın anlayışı, sınırlandırılmış ya da geçmiş ve gelecek arasındaki keskin tanımlı nokta değildir. Onun şimdiki zamanı kendi özü içinde akıldışıdır; bir olaydır, canavar gibidir ve anlaşılmazdır —üzerimize bir hırsız gibi çullanır ve gözden kaybolur. Söz konusu şimdinin ötesinden hiçbir şey yoktur, zira gelecek mevcut değildir. Tek bir şimdi, bilinmezden doğarak, bir başka şimdiyi yerinden eder. Bu bizim defalarca hesapladığımız bir toplamdır: “Ve… Ve… Ve sonra.” Dos Passos gibi, ama daha büyük bir incelikle, Faulkner da kendi hikâyesini bir eklenti maddesine dönüştürür. Karakterler onların farkında olsalar da, eylemler, şimdide su yüzüne çıktıkları zaman saçılıp dağılan parçalar olarak patlak verir: “Şifonyere gittim ve saati aldım, hâlâ yüzü dönük saatin camını şifonyerin köşesine vurdum ve cam parçalarını elimle topladım ve kül tablasına koydum. Saat tik tak ediyor.”(72). Faulkner’ın şimdisinin ayırt edici bir başka özelliği de tecil etmektir*. Bu sözcüğü, daha iyi bir başka sözcük bulunmadığından kullanıyorum, zaman içinde bir çeşit tutukluluk halini göstermek için. Faulkner’da asla bir ilerleme olmaz, gelecekten uzanabilen hiçbir şey bulunmaz. Şimdiki zamanın kendisi, bizim beklediğiniz gelecek olayları da kapsamaz—görünen o ki beklediğim dostumun en nihayetinde ortaya çıktığını belirttiğim gibi. Buna karşılık, var olmak ortada bir neden bulunmaksızın görünür olmaktır ve tecil edilmektir. Faulkner bu tecil halini soyut terimlerle algılamaz; onu, kendinde olan şeylerde ayrımsar ve onun hissedilmesini sağlar: “Tren virajı döndü, lokomotif kısa kısa ağır dumanlar çıkarıyor ve şu yönden kayboluyorlar gözden dümdüz, kılıksızlıkları ve zamanla bitmeyen sabırları, hiç değişmeyen duru nitelikleriyle, çocuksu ve her zamanki yetersizlikle”. (106) Ve yine: “................................................” Faulkner, devinimi şeylerin tam kalbinde yakalar görünür; anlar patlar verir ve donar sonra sararır, geri çekilir ve eksilir ve hâlâ devinimsizdir.

Bununla birlikte, bu kaçak ve anlaşılamaz durum gerçekte kavranabilir ve sözel ifade edilebilir. Quentin şöyle diyebilir: Saatimi kırdım. Ama bunu söylediği zaman, onun bu davranışı geçmiş olacaktır. Geçmiş adlandırılabilecek ve tanımlanabilecektir. Belli bir noktaya kadar da kavramlarla da sabitleştirilebilecek ya da sezgisel olarak kavranabilecektir. Ses ve Öfke’de her şey hızla gerçekleşir; hiçbir şey olmaz, her şey olmuştur. Bu bizim kahramanlardan birinin o tuhaf formülünü anlamamızı sağlar: “Ben ben değildim”. Faulkner bu anlamda da geleceği olmayan bir insan yaratabilir, “insan kendi iklim deneylerinin tutarıdır”, “talihsizliklerinin tutarı.” “elinde olanların tutarı.” Her anlık duruma ilişkin bir çizgi çekeriz, zira şimdiki zaman dağınık bir söylentiden başka bir şey değildir, çoktan geçip gitmiş bir gelecektir. Faulkner’ın yaşam görüşü üstü açılır bir arabada oturarak ardı sıra geçmişe bakan bir adamımınkiyle karşılaştırılabilir. Geçip giden her dakikada sağ tarafında gölgeler belirir ve solundaysa yalnızca bir açıdan gözüktüğünde ağaçlara, insanlara ve arabalara dönüşen ışık noktaları titremeye başlar. Burada geçmiş gerçeküstü bir nitelik kazanır; taslağı sağlam, tam ve değişmezdir. Tanımlanması ve anlaşılmazı zor şimdiki zaman onun önünde çaresizdir; geçmiş, yitip giden şeylerin, sabitliğin, devinimsizliğin ve sessizliğin zapt ettiği bir sürü delikle doludur. Faulkner’ın monologları ise hava boşluklarında zorla ilerleyen uçakları düşündürür bize; her durumda kahramanın bilinci “geçmişe doğru alçalıp geri çekilir” ve yeninden alçalmak için bir kez daha yükselir. Şimdiki zaman mevcut değildir; şimdiki zaman kendini oluşturur; her şey geçmiş idi. Sartoris’de geçmiş, “hikâyeler” olarak kavranıyordu; zira geçmiş aile hatıralarının belleğinden oluşuyordu ve Faulkner da henüz tekniğini tam bulmamıştı. Ses ve Öfke’de ise daha deneysel ve dolayısıyla daha kararsızdır. Ne var ki Faulkner’ın geçmişle meşgalesi öylesine güçlüdür ki kimi zaman şimdiki zamanı gizler—ve şimdiki zaman gölgeler içinde yolunu bulur, bir yer altı nehri gibi, ancak geçip gittiğinde yeniden göze görünür. Bu nedenle Quentin, Bland’i incittiğinin bile farkında değildir, zira Dalton Ames[2] ile olan ağız dalaşını yeniden yaşar o. Ve Bland ona vurduğunda, bu kavga Quentin ile Ames arasındaki geçmiş kavgayla özdeşleştirilir. Daha sonra Shreve, Bland’in Quentin’e nasıl vurduğuna gönderme yapacaktır; sahneyi betimleyecektir; zira sahne tarih olmuştur—ama olay şimdiki zamanda gerçekleşirken belirsiz ve anlaşılması güç bir olaydan başka bir şey değildir. Eski bir okul müdürünün belleğinin tıpkı bozulmuş bir saat gibi durduğu anlatılmıştı bana; bellek, kırkıncı yaşta sonsuza değin sabitlenmişti. Adam altmış yaşında olmasına karşın, kendi yaşının farkında değildi; anımsadığı en son hatırası okul bahçesi ve okul avlusundaki günlük turlarıydı. Dolayısıyla şimdiki zamanı sabitleşmiş bu geçmişi aracılığıyla yorumluyordu ve masasının etrafına dönüp dururken avluda oyun oynayan çocukla göz kulak olduğundan da emindi. Faulkner’ın karakterleri de benzer biçimde davranır. Daha da kötüsü, geçmişleri bir kronolojiye göre düzenlemiş değildir ama belli dürtüleri ve hisleri izlerler. Bazı temel temalar çevresinde (Caddy’nin hamileliği, Benjy’nin iğdiş edilişi, Quentin’in intiharı) düşünce ve eylemlerin sayısız parçaları dönüp dolaşır etrafta. Dolayısıyla kronolojinin, “saatin yuvarlak ve aptal” iddiasının saçmalığı söz konusudur. Geçmişin düzeni gerçekte yüreğin düzenidir. Şimdiki zaman içindeki olayın, geçip gittikten sonra bile, hatıralarımıza en dolaysız biçimde yakınlaştığına inanmamamız gerekir. Zaman değişimi belleğimizin en dip noktasına batırılabilir ya da yüzeyde bırakılabilir. Zamanın yalnızca kendin özgün değeri ve yaşamlarımıza dair geçerliliği onun düzeyini belirler.

Bu, öyleyse, Faulkner’ın zamanının doğasıdır. Ne derece geçerlidir bu? Tanımlanması zor şimdi zaman; geçmişin apansız istilası; kronolojik olmasına karşın gerçeklikten yoksun, akılcı düzene karşı dokunaklı bu düzen; canavara benzer ve yinelenen bu hatıralar, yüreğin böylesi dalgalanmaları—bunları Marcel Proust’un yitirilmiş ve yeniden ele geçirilmiş zamanından da tanımıyor muyuz? Farklılıkların ayrımındayım; örneğin, Proust’ta kurtuluşun, zamanın ta kendisinde ve geçmişin bütüncül geri kazanımında gizlendiğinin farkındayım. Aksine Faulkner’a göre geçmiş ne yazık ki asla yitmemiştir; her zaman, neredeyse bir saplantı olarak oradadır. Gizem dolu coşkunluklar bu dünyevi yaşamdan kaçmamızın tek çıkar yoludur ve gizem, her zaman bir şeyi unutmak arzusunda olan bir adamdır: Kendi ben’ini ya da daha genel olarak, dili ya da biçimsel temsili. Faulkner zamanı unutmak ister: “Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanmaya elverişlidir; böylece senin kişisel ihtiyaçlarını, babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşılayacağından daha çok şey karşılamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.”[3]. Ağustos Işığı’nda[4], zamanı unuttuğu için, yakalanan zenci ansızın tuhaf bir zaman algısına ve doğal olmayan bir mutluluğa ulaşır: “Hiçbir şeyin—din, gurur, her ne olursa— size yardım edemediğinin farkına vardığınızda değil, hiçbir yardıma ihtiyaç duymadığınızı anladığınız zaman.”[5] Ama Faulkner’a göre, Proust için de geçerlidir bu, zaman yalıttıklarının da üstündedir. Hazlar ve Günler’de[6] geçip gidecek, geçip gideceğinin farkında oldukları tutkularına sıkı sıkıya tutunan iki sevgiliyi anımsarız. Benzer keder Faulkner’da da görülür: “…insanlar bu kadar korkunç şeyler yapamazlar, çok korkunç şeyler yapamazlar, dahası bugün kendilerine korkunç gelen şeyleri bile yarın hatırlamazlar…”[7] Ve “…sevgi ve kederin düşünmeden satın alınan ve durduğu yerde faiz getiren ve tanrıların arada sırada piyasaya sürdükleri başka hisse senetleriyle ilan gerektirmeden değiştirilen bir senet olduğu düşüncesine inanmak zor.”[8] Proust’un, gerçekten de Faulkner’ınkine benzer bir teknik uygulamış olması gerekirdi; zira bu onun metafiziğinin mantıksal sonucudur. Faulkner, bununla birlikte, yitik bir insandır ve yitikliğinin farkında olduğundan, düşüncelerini sonucuna ulaşıncaya değin zorlayarak riske atmıştır. Proust klasikçidir ve Fransız’dır ve Fransızlar kendilerini ihtiyat içinde kaybediverip nihayetinde de her zaman kendilerini bulurlar. Güzel konuşma tutkusu, duruluğa dair beğenisi ve akılcı zihni, Proust’un hiç değilse kronolojinin görünüşünden vazgeçmemesine neden olmuştur.

İkisi arasındaki derin benzerliklerin gerçek nedenini yaygın edebi meşguliyetlerde arayabiliriz. Çağdaş çoğu büyük yazar—Proust, Joyce, Dos Passos, Faulkner, Gide ve Virginia Woolf— kendi yol yordamlarıyla zamanı bozup değiştirir. Kimisi geçmişten ve gelecekten koparmıştır zamanı ve anın katıksız sezgisine indirgemiştir; diğerleri, Dos Passos gibi, sınırlı ve mekanik bir belleğe dönüştürmüştür zamanı. Proust ve Faulkner ise tek kelimeyle kellesini uçurmuştur zamanın; geleceğini elinden almıştır—bir başka deyişle, özgür tercihi ve eylemi. Proust’un kahramanları asla bir şeyin yükümlülüğü altına girmezler: İleriyi görürler, evet, ancak sağduyuları, gerçeğin kaçıp gitmesine neden olan gündüz düşleri gibi, üzerlerine yapışıp kalıverir ve bu nedenle de şimdiki zamanın ötesine geçemezler. Karşımıza çıkan Albertine, bizim beklediğimiz değildir ve bekleyiş yalnızca bir anla sınırlı, küçük önemsiz bir çalkantıdan başka bir şey de değildir. Faulkner’ın karakterlerine gelince, onlar asla ileriyi görmezler; arkaya dönüp baktıklarında araba da onları alıp uzaklaştırır. Quentin’in son gününe koyu gölgesini düşürerek yaklaşan intiharı, insanın kendi tercih alanı içinde değildir. Quentin, bir saniyeliğine bile, kendini öldürmeme olasılığını aklına getiremez. İntihar çoktan belirlenmiş bir meseledir, ne arzulayarak ne de aklına getirerek, ancak körü körüne yakınlaştığı bir şeydir bu: “… sen buna bir deney gibi bakıyorsun, bir gecede saçını beyazlatan yalnız senin görünüşünü bozmaksızın yapılan bir deney.”[9] İntihar bilinçli olarak seçilmez, zira bu kaçınılmazdır. Olasılık kendi niteliğini kaybedince, gelecekte var olmak da sona erer; bu artık şimdiki zamanın bir parçası haline gelmiştir ve Faulkner’ın bütün sanatı, Quentin’in monologunun ve son yürüyüşünün daha şimdiden onun intiharı olduğunu telkin etme amacı taşır. Böylesi bir tarzda, ilginç bir çelişkiyi de açıklayacağımıza inanıyorum: Quentin, hatıralarını anımsayan biri gibi, son gününü geçmişte düşünür. Ama burada anımsayan kimdir, zira kahramanın son düşünceleri, belleğinin apansız patlak vermesi ve belleğin yıkımı ile neredeyse çakışır. Buradaki cevap romancının, geçmişi anlatırken şimdinin belli bir anını seçip almasındaki yeteneğinde gizlidir. Faulkner, Salacrou’nun Arras’lı Meçhul Kadın eserinde yaptığı gibi, şimdiki zaman için ölümün son derece küçük bir anını seçmiştir. Bu nedenle Quentin’in zihni izlenimlerini birbiri ardınca geçirmeye başladığında (“Duvardan Shreve’in somya yaylarını işitiyordum, sonra yerde hışırdayan terliklerini. Kalktım…”), çoktan ölmüştür o. Bu kadar sanat ve gerçekte bu kadar sahtekârlık, yazarda bulunmayan sezgisel gelecek bilgisinin yerini doldurmak amacını taşır. Faulkner’daki her şey ve özellikle zamanın akıl dışılığı artık açıktır. Şimdiki zaman beklenmedik olduğundan, bu biçimsiz gelecek de ancak hatıraların yığılmasıyla belirlenebilir. Bu sürecin “insanın kendi talihsizliği” olarak algılarız. Geleceğin bir gerçekliği bulunuyorsa eğer, zaman geçmişten uzaklaşarak geleceğe yaklaşır; ama gelecek bastırılmışsa, zaman artık şimdiyi kendinden ayıran, koparan konumda da değildir: “ve o sen artık bir gün onun sana bugün verdiği acıyı vermeyeceği düşüncesine katlanamıyorsun…” İnsan zamana karşı mücadele ederek geçirir yaşamını ve zaman, bir asit gibi, insanı çürütüverir; onu kendisinden ayırır ve kendi insanlığının ayrımına varmasına engel olur. Her şey saçma bir hal alır: “[Yaşam] bir budalanın anlattığı, ses ve öfke dolu, hiçbir anlamı olmayan bir öyküdür.”[10]

Ama insanın zamanı geleceksiz midir? Çivinin, toprak parçasının, atomun ebedi bir şimdide var olduğunu görebiliyorum. Ama insan yalnızca düşünen bir çivi midir? İnsanı, evrensel zamana, bulutların ve gezegenlerin, üçüncü oluşumların ve hayvan türlerinin zamanına batırdığımızda, tıpkı sülfürik asit banyosundaki gibi, cevap gün gibi ortadadır. Bu, her nasılsa, doğrudur ve zamanın dışarıdan dayatılabileceğini inanırsak eğer, andan ana çalkalanan bir bilinç ilkin bilinç, daha sonra zamansal olacaktır. Bilinç, kendini bilinç yapan devinimle zamana dönüşerek “zaman içinde” var olabilir; Heidegger’in deyimini kullanmak gerekirse, bilincin kendini “zamansallaştırması” gerekir. Bu durumda birbirini izleyen her şimdiki anda bir insanı durdurup onu “elinde olanların tutarı” diye tanımlamak artık mümkün değildir. Bilincin doğası, tam tersine, onun geleceğe yansıtıldığını ima eder; onu ne olduğunu ancak onun neye dönüşeceğinden anlayabiliriz; bilinç, mevcut varlığında kendi olanaklarıyla belirlenir. Heidegger’in “ihtimalin sessiz gücü” adını verdiği şey de budur. Faulknervari insanı kendinizde bulamazsınız, ihtimallerden yoksun ve yalnızca geçmişte olduğuyla belirlenen bir yaratık. Bilincinizi yakalayıp onu incelerseniz eğer, içinin boş olduğunu da göreceksiniz; ancak geleceğinize rastlayacaksınız orada. Tasarılarınızdan ve beklentilerinizden bahsetmiyorum bile; ama sonuçlanmasını kendisinin dışında, kendinizin dışında, daha-değil’in içinde yansıttığınızda, geçip giderken fark edeceğiniz tam o davranışın sizin için bir anlam ifade edeceğinden söz ediyorum. Dibini göremediğiniz ama görebileceğiniz, henüz gerçekleşmeyen bir devinimin sonunda—çevirirseniz eğer saklı kalmış arka sayfayı da görebileceğiniz bu beyaz sayfada— yer alanlar ve bizi çevreleyen bütün o değişmez ve ağır nesneler, en dolaysız ve en eksiksiz özellikleri geleceğe doğru sürüklerler. İnsan, elinde olanların tutarı değildir, henüz elinde olmayan ama sahip olabileceği şeylerin toplamıdır. Ve biz geleceğin içine böylece batarsak eğer, şimdiki zamanın mantıksız gaddarlığı da hafiflemez mi? Olay, bir hırsız gibi, üzerimize ansızın saldırmaz, zira yaratılışı gereği olmuş-olan-gelecektir bu. Ve bu, ilkin geleceğine ilişkin araştırma yapmak amacıyla geçmişi açıklayan tarihçinin de görevi değil midir? Faulkner’ın insan yaşamında bulduğu saçmalığın daha önceden kendisi tarafından oraya yerleştirildiğinden korkarım. Yaşam saçma olmadığından değil, ancak Faulkner’ın yaşama atfettiğinden daha farklı bir saçmalığa sahiptir yaşam.

Faulkner ve diğer birçok yazar, yaratıcı hayal gücünden ve gerçeklikten böylesine uzak belli bir saçmalığı niçin seçmiştir? Bunun nedenini şimdiki yaşamımızın toplumsal koşullarında aramalıyız. Faulkner’ın umutsuzluğu onun metafiziğinden önce geliyor gibi görünür bana; Faulkner için ve hepimiz için de olduğu gibi gelecek engellenmiştir. Bütün gördüklerimiz, bütün yaşadıklarımız bizi şöyle demeye kışkırtır: “Bu daha fazla böyle süremez”; biz, bununla birlikte, şiddet dolu bir değişimden başka hiçbir değişimi de düşünemeyiz. İnanılmaz devrimler çağında yaşıyoruz ve Faulkner, ihtiyarlıktan can çekişen ve içinde nefesimizin daraldığı, sıkışıp kaldığımız bir dünyayı anlatmak amacıyla bu olağanüstü sanatını kullanır. Onun sanatından hoşlanıyorum, ama onun metafiziğine inanmıyorum. Engellenmiş gelecek hâlâ gelecektir: “İnsani gerçekliğinin “önünde” hiçbir şey bulunmasa da ve bu gerçek hesabını “kapatmış” olsa da, onun varlığı “kendini önceden sezinleme” aracılığıyla belirlenir.” Tüm umutların yitirilişi, örnek vermek gerekirse, insani gerçeği bütün olasılıklardan yoksun bırakmaz; zira söz konusu olan “bu olasılıklar üzerinden bir varoluş türüdür.”[11] yalnızca.

**Bu yazı Notos-Şubat-Mart 2011 sayısında yayımlanmıştır.


[1] Ses ve Öfke, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s.93.

*Fransızcası l’enfoncement. Sartre burada“ bağlama göre “tecil etmek, ertelemek” sözcüğünü kullanır. (ç.n.).

[2] Bland ile olan diyalog, Ames’le olan diyalogun tam ortasında yerleştirilmiştir: “senin hiç kız kardeşin oldu mu?”. (ç.n.).

[3] Ses ve Öfke, s.68.

[4] Faulkner’ın Light In August adlı kitabı. Türkçeye Murat Belge tarafından Ağustos Işığı olarak çevrilmiştir. Cem Yayınları, İstanbul, 1998. (ç.n.).

[5] Ağustos Işığı, 1998.

[6] Les Plaisirs at les Jours, 1896.

[7] Ses ve Öfke, s.71.

[8] Ses ve Öfke, s.156.

[9] Ses ve Öfke, s.155.

[10] Macbeth, V. Perde, sahne V.

[11] Heidegger,Varlık ve Zaman (Sein un Zeit).

Hiç yorum yok: