8 Kasım 2011 Salı

Tezer Özlü’den Ferit Edgü’ye Mektuplar


Travmatik belleğin kıyısında geçmiş, bugün ve gelecekteki bir anti-kahraman okuması

Severek mektup yazılan bir insanının bile olması ne büyük bir olay, söyleyen her sözcüğün anlaşılmaktan öte, yaşadığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek, güç gibi yalınç bir olgu değil, var olmak gibi bir şey. “ (T. Özlü)

Geçmişin ve bügünün bireye hükmetmesi, insanın var oluş deneyimlerinin esas özelliklerini oluşturur der edebiyat eleştirmeni Cathy Caruth. Ancak geçmişin hükmü, şimdiye ait olmayan bir olaya tamamıyla tanıklık etmekten geçmez. Geçmişe tanıklık etmek, çelişkili de olsa, geçmişin tam o anda bütünüyle deneyimlenememesine ya da birey tarafından tamamıyla algılanamamasına işaret eder. Bir başka deyişle olaylar ya da algılar geçmişte yaşandığı tam o anda bireyde süre giden acı çekme nedeniyle bilinçten firar eder (1995:151-153). Dolayısıyla daha en başta bireyin algısına bütünüyle uzak bir olay ya da örgü karşımıza çıkar. Bu durum endişeye, derin melankoliye ve hiçlik hissine sarmalanarak beklenmedik anlarda çeşitili anımsamalar, rüyâlar, devinimler, düşünceler ve özellkle çeşitli edebi kurgular aracılığıyla—dünün ve bugünün kesiştiği anlatılar, günlükler, mektuplar— kendini bireye gösterir. Böylesi bir teşhir gerçekte belleği yaran ya da onu kesintiye uğratan travma olgusunun da altını çizer. Böylece, geçmişin içine gömülü öyküsel bir bellek ve bu bellekten süzülen travmatik anlatılar büyük ölçüde yokluk ve olumsuzluk üzerinden kavranabilir ancak. Tezer Özlü çağdaş Türk yazınında böylesi bir yokluk üzerinden alır sıra dışı yazarlık gücünü. Özellkle varoluş sancısını yazı üzerinden tanımlayan Tezer Özlü’nün anlatılarında sıkça rastlanan bir izlektir bu. Özlü, travmatik belleğinden süzülen anlatılar aracılığıyla acı metaforu ve özellikle yokluk üzerinden egemen söylem karşısında gerek içerik gerekse edebi biçim bağlamında alternatif alanlar açıp özneyi yeniden konumlandırır. Özellikle “kendini yazma” sürecinde kişisel ve travmatik belleğnin en belirgin ve en içten özelliği olan mektupları yazında geleneksel ve doğrusal edebi kalıpların dışında kalan alternatif ya da anti kahraman diyebileceğimiz bir özne inşasında son derece önemlildir. Dolayısıyla bu yazı geçmiş, bellek ve travma olgularından yola çıkarak Özlü’nün yakın yazar dostu Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplar aracılığıyla döneminin egemen değerlerine karşı duran öznenin yıkım üzerinden inşasını çözümleyecektir.


Bu bağlamda Tezer Özlü’nün, en yakın dostlarından biri usta yazar Ferit Edgü ile mektuplaşmalarının kitaplaştığı Her Şeyin Sonundayım yazmayı bir varoluş sorunu olarak gören iki yazarın geleneksel kurguda, özneleşmede, zamanda ve mekânda derin kırılmalar yaratan eseridir. Tezer Özlü’yü çocuk yaşta tanıyan Ferit Edgü hem kendi mektuplarını hem de Özlü’nünkilerini onun en yakın dostu dert ortağı ve aynı zamanda yayıncısı olarak kaleme alır. Mektuplara arkadaşlık, dostluk, kaderdaşlık ve çoğu zaman da dert ortaklığı hâkimdir. Mektuplar İstanbul-Paris-Ankara üçgeninde çoğu zaman Özlü’yü yakalayan amansız hastalığının pençesinden hastahane odalarından, kliniklerden, trenlerden, evlerden düşlerden süzülerek ulaşır okura. Özlü, yaşamın insanın üstüne çullanan sorunlarından ölümün ucuna değin yaptığı yolculuğu sonsuz bir içtenlikle, dolaysız ve tutkulı biçimde paylaşır dostu Edgü ile:

“Sevgili Ferit, geçenlerde düşümde yüksek bir yapının camının altında, bir parmak kadar dar bir yere abanıp kalmıştım. İçeriye girsem, camdan odaya adımımı atsam düşüp ölecektim. Ama o cam kenarına yapışıp, boşluğun üstünde kendimi tutacak gücüm kalmamıştı. Nasıl olsa çözülecekti ellerşm. Ve ben düşecektim boşluğa. Yarın bütün gün trende gidecek sen misin? Nereye? Niçin? Yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim? Neden? Niçin? Hiçbir yerde olmak istemiyorum ki. Belki de ben bugün ilk defa her şeyn sonundayım.

Korkuyorum. Korkuyorum. Korkuyorum” (11).

“Odanın içinde geziniyorum. Bazı bazı burada gezinmem gerekiyor. Ben beni bunlatıyor. Ben’in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim” (15).

“Sevgili Ferit, çok suurlu bir delilk ve çok büyük bir espri, Beckett’i aşan bir absürd içindeyim. Mektubu hemen kesebilirim veya çok uzatabilirim. Hemen gel, sen olmazsan hiçkimseyi göremeyeceğim. En çok ve en uzun sana inandım.” (17).

“Beckett’imsi bir ölülükte yalnız, şimdilerde değiliz. Sen Beckett’i çevirdiğinden beri, Hakkâri’ye gittiğinden beri, yirmi yaşlarında bilinçlendiğimizden beri o ölülükteyiz.” (45).

Özlü’nün kendini mektuplar aracılığıyla kaleme alması, kişisel ve travmatik bellekten belki de en çıplak biçimde kendini bu biçimde ortaya dökmesi ve çekilen acının belleğe süresiz diyebileceğimiz biçimde işlemesi melankolinin, umutsuzluğun ve çareszliğin sesidir. Cathy Caruth’un da söz ettiği gibi böylesi acı çekme süreci Freud’un psikanalizde belirttiği ötelenmiş edimin[*] ta kendisidir aslında. Acı cekme daima oradadır; kararlı biçimde belleği daima ziyaret eder. Zira şimdide tam anlamıyla kavranamadığından kendini sürekli tazeler ve nihayetinde varoluşun onulmaz bir parçası haline gelir. Özlü bu noktada zaman zaman mutluluk özlemlerini—hastalığıyla barışmasını, kendisine iyi bakıldığını, daha sıhhatlı olacağını, bahar günlerinin özlemini, erkekleri, Feriköy’de tutukları evi— dile getirse de özlemler pek inandırıcı değildir ya da geçicidir. Zira çoğu mektuba “gerçek travmatiktir” anlayışı hâkimdir:

“Sevgili Ferit, buradaki hava nedeniyle zaman zaman dayanılmaz baş ağrıları çekiyorum. Geçenlerde böyle bir baş ağrısı krizi içnde yataktan sonsuza dek yükseldim... hep hep yükseldim... Sonra babamla telefonda konuştum, beyaz kefen içinde toprağa bırakılmış cesediyle... Burada çürüyorum dedi. Bir bardak kırdım, sokağa çıktım. Garip punklar, kafası kazılı kadınlar, siyah motosikletliler... Tatsız bir toplulukla karşışaltım. Bir tımarhane bahçesi gibi bile değil.” (63).

Buradaki gerçeklik bir tımarhane bahçesinden bile daha kötüdür Özlü için. Süresiz acı çekme ve yıkım üzerinden geçmişin ve bügünün kesitiği doğrusal olmayan, parçalı ve egemen düzene karşı eşikte duran bir kurguda konumlandırır kendini Özlü. Berlin ve Zürih’te geçirdiği günlere ait anımsamalar, acılar, hayaller, evlilikler, hastalıklar, kanserin baş göstermesi bu kez Paris ve İstanbul’da yazılan mektuplara işler:

“Sevgili Ferit, Kopukluk. Yaşamdan, İnsanlarıdan, Geçmişten... Gelecekle de hiçbir ilgisizlik. Nerede olacağımı, hangi kente oturacağımı, nereye gideceğimi hiç bilmiyorum. Şimdi burada durgunluktayım. Mutsuz değilim. Mutlu olmak ya da mutsuz olmak, bilmiyorum.”

“Burada iki gündür gökyüzü masmavi ve onunla birlikte her şey güzel, ama tüm bu güzellik senin dediğin gibi ‘Bir tek sözcükle gökyüzü korkunçtu ve onunla birlikte her şey’e dayanıyor.” (27).

“Ferit’ciğim... Ben henüz iyileşmiş değilim. Bunu kendim de anlıyorum. İlaçlar M. Özek’in dediği kadar azalmıyor, çünkü ilacı bir an unutsam, kafam motor gibi, her şeyi düşünmeye başlıyor... Bu hafif depresyon halini sevmiyorum diyemem, zevk verici keyif verici bir hastalık bu.”

“Burada ayda bir tedavim var. İğne ile damara ilaç veriyorlar, ne kadar sürecek bilmiyorum. İşte sevgili dostum yeniden dünyaya geldim, yeniden alışmaya çalışıyorum. İyiyim, sizleri görünce daha iyi olacağım.” (103).

Yukarıdaki mektup alıntılarında bu noktada hastalık, yokluk üzerinden öznenin yeni ve alternatif inşası ancak koşul olarak Ben’in silinmesi ya da yıkımıyla gerçekleşir. Burada Ben’in yerine aslında tekinsiz ya da ikircikli bir öznenin geçtiği ve dolayısıyla da tek tip gerçekliğin yerine çoklu gerçekliğin benimsenediği açıkça görülür. Bu noktada ise Derrida’nın Marx ve Walter Benjamin üzerinden bellek ve anımsama çözümlemeleri yaptığı The Promise of Memory adlı yapıtıa bakmak yararlıdır. Derrida bireyin özürlüğünün acı çekmenin, yıkımın ve bir çeşit yas tutmanın sonsuz dönüşümü aracılığıyla gerçekleştiğinin altını çizer. Bu bağlamda bireyi etkisi altına alan süresiz yas halinde geçmişin anlamı tam da bügünde su yüzüne çıkmaz. Aksine geçmişi, içinde barındırdığı büyük çatlaklarla ve açmazlarla geleceğin ta kendisi gözler önüne serer (2005,78). Dolayısıyla Özlü’nün yaşamından mektuplar aracılığyıla damıttığı travmatik anlatılar ve geçmişle geleceğin kesiştiği noktadaki derin melankoli bilinçte ve bireysel düzlemde yeniden kazanılıp iyileştirilebilir olmaktan—içinde hayata dair bir umut taşısa da— uzaktır. Söz konusu bu mesafe ile Özlü’nün kendini son derece yalın olarak ortaya koyduğu metaforik ve fiziksel düzlemdeki hasta anlatılar, bireyi aslında gelecekte merkezsizleştirerek bir anlamda doğrusal anlatıdaki Ben’in içini oyar. Bu noktada Derrida’nın sözünü ettiği yıkım ve acı üzerinden bir dönüşüm ve özneleşme, bireyin yaşamdaki dramatik varoluş gereksinimi ile son derece parçalı, yinelemeli ve aslında aporetik olmaya meyillidir. Burada Özlü’nün Edgü’ye yazdığı mektuplar her daim kendine geçit veren anlatılar olmaktan bir anlamda yoksundur. Böylece Özlü geçmişte ve bugünde yazdıklarının sonsuz, bilinmez ve döngüsel çağrışımlararının ucuna takılarak travmatik bellek ve yıkım üzerinden özneyi yeniden inşa eder: Egemen otorite karşısında imkânsızlığın içinde olası aralık pencereden bakan, ancak çarpışan dünyaların kucağındaki modernitenin de bireyin kurtuluş mücadelesinde beyhude bir çaba olduğunu gören bir anti-kahraman. Modern yazındaki böylesi bir özne inşası geleneksel kurgu sınırlarını da epeyce zorlar; tek tip özne temsilini alaşağı ederek özne-nesne ilişkisinin bu kez olumsuzluk, yoksunluk ya da yıkım üzerinden sorgulanarak yaratıldığı ikircikli alanlar ve yepyeni edebi söylemler ortaya koyar.

Böylece Özlü’nün Her Şeyin Sonundayım’daki son derece bağımsız ve çarpıcı mektupları büyük bir yapının taşları olarak algılanabilir. Zira burada edebi bir anlatı olan mektup, toplumsal tarihin ve özellikle Özlü’nün kişisel tarihihin en çıplak temsilidir. Yaşam ve ölüm, geçmiş, bügün ve gelecek kıyısında bazen temkinli bazen de tekinsiz dolaşan Özlü’nün yaşadıklarını birincil elden öğrenmek, yazarın varoluş sorunsalına yardım eli uzatan yaratıcı güç “yazı”nın da sonsuz olanaklarına varmak önemlidir:

“Sevgili Ferit, bu sabah mektubunu bulmak, okumak, bana hem yaşamı hem de sonundaki ölümü daha dayanılır kıldı. Birden yüksek dağlar, henüz boz rengi olan yamaçlar, tepelerdeki beyaz kar, sessiz, küçük Isviçre köyleri anlam kazandı ve buraya geldim geleli ilk kez ayağım yere değdi.” (44).

Bununla birlikte nihayetinde mektupların genelinde daha önce de belirttiğimiz gibi Özlü’nün öznellik arayışı sabit ve kararlı bir biçimde ilerlemez. Aksine buradaki öznellik içindeki farkların giderek çoğullaşmasına, çatallaşmasına yönelik bir içkinlik ve oluş alanı karşımıza çıkar. Bu noktada Deleuze ve Guattari’nin öznelliği sabit bir kimlik olarak görmedikleri postyapısalcı ayrımlar önemlidir. Zira öznenin varsayılan bütünlüğü toplumsal düzenlemelerin ve Ben’in ötesindeki toplumsal kimlikler aracılığıyla tekinsizleştirilir, kararsızlaştırlır (1989: 47). Özne dış unsurlarda temas kurduğu alanlarda bir kayma yaşayarak belirsizleşir. Mektuplarda Özlü’nün yaşadığı kentlerle—ilkin İstanbul, Paris, Zurih, Ankara, İsveç — kurduğu ayrıksı ilişkiler, hastahane odaları, klinikler ile yazarlık, evlilik ve annelik gibi içinde bulunduğu ikircikli ve travmatik durumlar bütüncül bir özne inşasını sekteye uğratarak merkezden kayan bir özneleşmeyi işaret eder. Böylece bellekten ve dolayısıyla acıdan yola çıkarak merkezsizleştirilen özne birbiriyle çarpışan gerçekler üzerinden kendine ve dünyaya bir anlam yükleme çabasında bir anti-kahramana dönüşür. Zira bu noktada kaleme aldığı mektuplar aracılığıyla kendini yazma ve kendini yıkım üzerinden yeniden yaratma sürecinde ne tamamıyla bir nesne ne de bütünüyle bir özne olur Tezer Özlü. Bu anlamda yazında doğrusal ve geleneksel anlatıların aksine müphem üçüncü bir alanda var eden kendisini. Özlü’nün bu müphem varoluşu modern edebiyatta karşı özne temsilinde son derece işlevsel ve önemlidir. Dahası tek parçalı gerçeklik üzerinde konuşlanmanın ötesine geçerek özellikle kişisel tarihi öne çıkaran edebi tür mektubun sunduğu çoklu olanaklar bağlamında da son derece ayrıcalıklı bir edebi söylem alanıdır.

Kaynakça

Caruth, C. (1995). ‘Trauma: Explorations in Memory’. Baltimore and London: The Johns Hopkins University Press.

Deluze, G. (1989). Nietzsche and Philosophy. New York: The Athlone Press.

Fritsch, M. (2005). The Promise Of Memory. New York: State University Of New York Press.

Özlü, T. (2010). Her Şeyin Sonundayım: Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları: İstanbul, Sel Yayıncılık.


[*]Freud’un belirttiği gibi benlik arayışı ya da bireyin kendini araması süresi boyunca özellikle rüyâlar aracılığıyla su yüzüne çıkan arzuların, isteklerin bir başka alana kaydırılması, ötelenmesi. Özellikle bireyin yaşamının ilk bölümlerinde ortaya çıkan ancak daha sonra bir şekilde unutulmuş ötelenmiş edimler gerçekte daima oradadır. Herhangi bir acı ya da belleği kesintiye uğrayan travma olgusu ötelenmiş ya da başkla alanlara itilmiş durumları tetikleyerek bireysel haklikatin kavranmasını sağlar.

BU YAZI BIBLIOTECH DERGİSİ EYLÜL-EKİM 2011- 15. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.



Hiç yorum yok: