31 Ağustos 2008 Pazar

Yanan Şehir


Bir kış sabahından süzülen güneş ışığı, parlak örgü desenli perdeleriyle her iki pencere arasından hafif yeşil halının üzerindeki iki uzunca dörtgen üzerine düşüveriyor ve güneşin vurduğu bu sıcak açıklıkta küçük bir oğlan çocuğu zıplıyor ve dans ediyor. Hayat hakkında daha çok az şey biliyor. Küçük olduğunu ve büyüyeceğini biliyor ama ne doğmuş olduğunu ne de öleceğini biliyor. Dört yaşında olduğunu ve yakında beş yaşına basacağını biliyor, ama “bir sene” demekle ne kastedildiğini bilmiyor; çocuk, hâlâ zamanı yalnızca dün, bugün ve yarın olarak ölçüyor.
“Baba,” diye aniden bağırıveriyor; babası, kahvaltısını henüz bitirmiş ve günün ilk sigarasını—zamanı sigaralarla ölçen bir insan— yakmış, “baba, dün gece rüyamda öyle çok şey gördüm ki! Bütün bu odayı gördüm! Rüyâmda, sandalyeleri ve yeşil halıyı ve aynayı ve saati ve sobayı ve perdeleri ve dolapları gördüm ben.”
Bunları söylemesiyle birlikte, alev alev yanarak cazırdayan sobanın yanına doğru zıplıyor ve bir takla atıveriyor. Çocuk, sobayı ve onun önündeki açıklık alanı odanın içindeki en önemli ve en asil şeyler olarak görüyor.
Babası, evet der gibi başını sallıyor ve gazetesinin bir ucundan ona doğru bir kahkaha patlatıveriyor ve çocuk da babasına gene bir kahkahayla karşılık veriyor; öylece kontrol edilemez bir biçimde gülüp geçiyor. Kahkahanın, gülünçlüğün bir takdiri değil de hâlâ yalnızca neşe ifadesi sayıldığı bir yaşta. Birkaç gün önce, pencerenin tam önünde ayakta durduğunda, aya bakarak da bir kahkaha atmıştı; ayı gülünç bulduğundan değildi bu, ama ay, yusyuvarlak parlak suratıyla çocuğu neşelendirmişti.
Çocuk, kahkahayı öylece patlatıverdiği sırada, bir sandalyenin tepesine güçlükle tırmanıyor ve duvarda asılı duran resimlerden birini işaret ediyor.
“— Ve rüyâmda en çok da bu resmi gördüm ben,” diyor.
Resim, eski bir Hollanda tablosunun fotoğrafıydı, Yanan Bir Şehir.
“Peki, bu resmi nasıl gördün rüyânda?” diye soruyor babası.
“Bilmiyorum.”
“Haydi, düşün!”
“Ah evet, rüyâmda şehrin yandığını gördüm ve bir köpekçiği de okşadım.”
“Ama, köpekçiklerden korkarsın sen genellikle.”
“Evet, ama resimlerde onları güzelce sevip okşayabiliyorum”.
Çocuk, en sonunda babasının yanına geliyor ve şöyle söylüyor, “Sevgili babacığım, bu resmi duvardan indir. Babanın, tıpkı dün yaptığı gibi, bir kez daha resmi göstermesini istiyorum bana.”
Resim, odaya daha yeni asılmıştı; bir önceki gün gelmişti. Duvarları çevreleyen diğer resimlerle birlikte küçük çocuk da kendini uzun zaman önce tanımaya başlamıştı: Strindberg Amca ve Schopaur Amca (aslında Schopenhauer) ve Napolyon Amca ve çirkin ihtiyar Goethe ve genç haliyle büyükanne. Ama Yanan Şehir yeni; ayrıca öteki resimlere göre çok daha eğlenceli. Baba, çocuğu neşelendirerek duvarda asılı duran resmi aşağıya indiriyor ve şimdi her ikisi birlikte bu resmin tadını çıkarıyor. Denize doğru kıvrılan geniş bir ırmak ağzının hemen üzerinde tek direkli yelkenli bir gemi ve birkaç kayık, sağlam bir kulesi bulunan kemerli köprüye doğru seyrediyor. Kıyının sol tarafındaysa yanan şehir duruyor: Sivri uçlu ve eğik duvarlı bir dizi dar ev, yüksek çatılar, kiliseler ve kuleler; kocaman insan kalabalığı şuraya buraya koşuşturuyor, alev alev yanan ateşten deniz, dumandan bulut, duvarlara yaslanmış merdivenler, üzerlerinde bir oraya bir buraya sallanan yüklerle kaçan atlar, varillerle ve çuvallarla dolu iskeleler ve her çeşit çerçöp; ırmağın üzerinde neredeyse devrilecek gibi görünen bir kayığın içinde yığınla insan duruyorken, köprünün öte tarafında insanlar değerli hayatları için koşuşturuyorlar ve öndeki boşlukta bir yerde iki köpek birbirine doğru burunlarını çekerek öylece dikiliyor. Ama arka alanda, ırmak ağzının denize açıldığı uzak bir yerde, küçücük bir ay, benzi atmış bulutların pusunda oturuyor ufukta; bütün bu perişanlığa bitkin ve üzüntülü bir edayla kaçamak bakışlar atıyor.
“Baba,” diye soruyor küçük çocuk, “şehir neden yanıyor?”
“Biri, ateşle ilgili dikkatsiz davranmış,” diye cevap veriyor Baba.
“Kim dikkatsiz davranmış peki?”
“Ah, insan böylesine uzun bir süreden sonra bundan emin olamaz.”
“Ne kadar uzun bir süre?”
“Şehir yanalı yüzyıllar oldu,” diyor Baba.
Bu, Baba’nın da açıkça fark ettiği gibi, küçük çocuk için biraz kafa karıştırıcıydı ama sorusuna da bir şekilde cevap vermek zorundaydı. Çocuk, bir dakikalığına sessizce oturuyor ve düşünüyor. Zihninde, konu hakkında yeni düşünceler ve izlenimler canlanarak eskileriyle birbirine karışıyor. Serçe parmağıyla yanan şehri işaret ediyor ve şöyle diyor:
“Evet, ama şehir dün yanıyordu ve şimdi bu-gün de yanıyor.”
Baba, resimler ve gerçek arasındaki farkı açıklamaya cesaret gösteriyor şimdi. “O, gerçek bir şehir değil,” diyor, “o, yalnızca bir resim. Gerçek şehir çok çok uzun zaman önce yandı. Yok oldu gitti. Orada koşuşturan, kollarını sağa sola sallayan insanlar öldüler ve artık yaşamıyorlar. Evler yanıp kül oldu, kuleler yerle bir oldu. Köprü de yok olup gitti.”
“Kuleler yanıp kül mü oldu yoksa devrildi mi?”
“Hem yanıp kül oldu hem de devrildi.”
“Buharlı gemiler de öldü mü peki?”
“Gemiler de çok önce yok oldu,”diye cevap veriyor baba. “Ama onlar buharlı gemi değil, onlar yelkenli gemiler. O zamanlarda buharlı gemi yoktu henüz.”
“Ama onlar buharlı gemi, bence ” diyor çocuk. “Baba, o buharlı geminin adı ne?”
Babanın kendince bir fikri vardı; çocuğun da kendine göre bir aklı vardı işte. Baba, artık açıklama yapmaktan yoruluyor ve sessizliğini koruyor. Çocuk, eski Hollanda yük gemisine parmağıyla işaret ederek kendi kendine konuşuyor: “O buharlı geminin adı Bragë ve şunun adı da Hillersea ve bu da Prenses Ingeborg.”
“Baba,” diye haykırıyor birdenbire çocuk, “ay da yok olmuş mudur?”
“Yo, ay duruyor yerinde hâlâ. Orada hâlâ yerli yerinde duran tek şey o. Geçen gün, anaokulunun penceresinden bakıp da bir kahkaha attığın ayın aynısı işte.”
Küçük çocuk sakinleşerek tekrar yerine oturuyor ve düşünüyor. Sonra nihayet bir diğer soru geliyor:
“Baba, bu şehir yanalı çok çok uzun zaman mı oluyor? Biz Prenses Ingeborg’a binip gittiğimiz zamandan bu yana mı?”
“Ondan da çok çok önce,” diye cevap veriyor baba. “O şehir yandığında ne sen vardın; ne ben vardım; ne annen ne de büyükannen.”
Çocuğun suratı birdenbire ciddileşiyor. Besbelli tedirgin görünüyor. Sessizce oturarak uzunca bir süre düşünüyor. Ama onun için işler yolunda gitmiyor gibi.
“Söylesene baba,” diye en sonunda soruyor, “şehir yandığında neredeydim ben? Annemle Grenna’da mıydım o vakit?”
“Hayır, ahbap,” diye cevap veriyor baba, “şehir yandığında sen daha ortada yoktun.”
Çocuk, kendine özgü tutumuyla alt dudağını gene biraz öne doğru çıkararak var gücüyle şöyle diyor şimdi: Yo, böyle bir şeyi kabul edemem. Sonra vurgulamak istediğini yineliyor babasına:
“Evet, ama o zaman neredeydim ki ben?”
Babası cevap veriyor, “Sen daha dünyaya gelmemiştin.”
Çocuk, babasına yuvarlak gözleriyle bakıyor şimdi. Ansızın o küçük suratı aydınlanıyor,
babasının yanı başından ayrılıveriyor ve yeşil halının üzerine vuran güneş lekelerinin arasında hoplayıp zıplayarak dans etmeye başlıyor; gene var gücüyle haykırarak şunları söylüyor:
“Ah, evet, Ben de aynını yaptım. Ben bir yerdeydim, ben bir yerdeyim!”
Çocuk, babasının yalnızca şaka yapıyor olduğunu düşünüyordu. Böylesi bir fikir çok gülünçtü hiç şüphesiz! Hizmetçi kadınlar da onunla gırgırına böyle anlamsız konuşurlardı zaman zaman; ve çocuk da babasının aynı şeyi yaptığını düşünüyordu şimdi.
Bu yüzden gene hoplayıp zıplamaya başlıyor ve güneş ışıklarının altında dans ediyor.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Öykünün özgün adı: The Burning City

HJALMAR SÖDERBERG (1869-1941)
İsveçli romancı, öykücü, şair, oyun yazarı ve gazeteci. 1869’da Stockholm’de doğar. Lirik kalemiyle tanınır. Ancak yapıtlarına çoğunlukla melankolik bir atmosfer hakimdir. 1880’lerin gerçekçi akımına bağlı kalır. Anectodes (1898) adlı yirmi öyküsünün bulunduğu derlemsiyle büyük çıkışını gerçekleştirir. Ardından, otobiyografik romanı Martin Birck’s Early Days ile dünyada kendine bir yer edinmeye çalışan sancılı genç bir adamın hikayesini anlatır. Bu eserin ilk kısmında, Martin’in sessiz, sakin çocukluğuna, ağırbaşlı çekiciliğine yer verirken, bir sonraki kısımdaysa genç adamın yaşam acılarına, deneyimlerinden damıttığı yaşam derslerine odaklanır. Bir sonraki romanı Doctor Glas ile öldürmenin bir anatomisini çıkararak ahlaki konulara değinir. Ardından Gertrud adlı oyunundaysa, aşk temasını ele alarak aşka kaderci bir biçimde yaklaşır. I. Dünya Savaşı’nı anlattığı ve 1922 yılında yayımlanan The Hour of Fate adlı dramı ayrıca önemlidir. Son yıllarındaysa Söderberg, Kopenhag’a taşınarak.daha çok gazeteciliğe ve tanrıbilimsel çalışmalara yönelir. Nazizim karşıtı etkin çalışmalarıyla göze çarpar. 1941’de Danimarka’da hayatını kaybeder. Margaret Atwood’un önsözü ile yeni İngilizce çevirisi yayımlanan Doctor Glas, Anglo-Saxon yazın dünyasında Söderberg’i daha da ayrıcalıklı bir konuma yükseltir.

Hiç yorum yok: