31 Ağustos 2008 Pazar

NICIN YAZARIZ?

JOHN UPDIKE

Konu başlığım, bu Sanat Festivalinde özlü ifade üzerine kayıt tutma imkanı sunuyor; bana sorulduğunda ise, uygun bir değerlendirme yaparak sırasıyla “ Neden olmasın?” demeli ve işe koyulmalıyım.

Ama bunun yerine, dakikalar harcamadan, kendi kendine esrarengiz bir şekilde yirmi yıla yakın zamanını “yazı” denilen oldukça bencil ve keyfi bir eylemle geçirerek ekmeğini kazanmış bir adamın içindeki sorunun keşfine çıkmayı umuyorum. Yazının, etrafımızı çepeçevre saran toplum üzerinde nasıl bir fayda sağladığına ve eğer şanslıysa da yazara arka çıkmasına dair oldukça farklı bir soruyu gözden geçirmek niyetinde değilim. Eskiler, şiir ile yazının amacının eğlendirmek ve öğretmek olduğunu söylüyorlardı; Aristotle, ne kadar korkunç ve hazin olursa olsun, hâlâ büyüleyici bir kavram niteliğindeki dramatik bir devinimin duygularımızdaki marazi, kişisel, öznel katışıklıkları ruhsal arınma yoluyla en nihayetinde silip süpürdüğünü öne sürmüştür. Duygudaşlığın, kurmaca ötekilerin yaşamıyla özdeşleşerek artması, çoğu kez anlatının hedefi olarak ortaya konulur; D.H Lawrence, kendine özgün coşkunluğuyla, şöyle yazmıştır, “Ve burada, esaslı bir şekilde ele alınarak, romanın engin önemi yatmaktadır. Roman, duygudaş bilincimizin akışını bilgilendirerek yepyeni alanlara yol açar ve duygudaşlığımızı tamamen ölmüş bitmiş nesnelerden ayırmamızı sağlar.” Kafka ise kitabın, içimizde buz kesilen denizi kırmak için bir balta olduğunu söylemiştir. Burada, insan yüreğinin ta en derinlerinde buz kesilen denizi kastetmiş olmalıdır; oysa, Kafka’nın kendi sanatının baltası (bu, Max Brod’un ölüm sonrası başkaldırışı olmasaydı eğer, Kafka da onu yanına, mezarına alacaktı) diğerleri için örneksel bir amaca hizmet etmiştir. Acı dolu ve azizlere yaraşan bu çilenin belirtisi ise çağdaştır, eski zamanların yüce ve ahenkli ozanlarına ve saray şairlerine oldukça uzaktır. Flaubert’in Louise Colet’e yazdığı mektuplardan birine kulak verelim:

*Ben, işimi , tıpkı bir çilecinin göbeğine kadar uzanan saçlarının kaşıntısını sevdiği gibi, çılgınlık ve sapkınlık derecesinde bir aşkla seviyorum. Bazen, kendimi bomboş hissettiğimde, sözcükler ağzımdan dökülmeyince, sayfalar dolusu karaladıktan sonra aslında tek bir cümle bile yazmadığımı anlayıverince kanepeme öylece yığılıveriyorum ve oracıkta şaşkınla uzanıyorum, çaresizlik batağında kendimden nefret ediyorum ve kendimi, beni böylesi bir umuttan sonra kalp çarpıntıları içinde bırakan bu çılgın kibir için suçluyorum. On beş dakika sonra ise, her şey değişiyor; kalbim neşeyle çarpıyor. Geçen Çarşamba, yattığım yerden doğrulmak zorunda kalarak mendilimi gidip aldım; gözyaşları sicim gibi akıp gidiyordu suratımdan. Kendi yazdığımdan duygulanmıştım; tasavvur ettiğim his, onu betimleyen deyiş ve o deyişi bulmuş olmanın verdiği doygunluk— hepsi birden, en büyük hazzı tecrübe etmeme neden oluyor.

Öyleyse, yazarın uğraşı buysa, insan onun neden daha keyifli bir iş bulmadığını merak edebilir; ve ayrıca insan, yazarın, salt kendine ait ürünü için, gene kendisini neden satışa çıkardığını da elbette sorgulayabilir.

Çoğu insan, mantıklı biçimde, yazmanın bir propaganda olduğunu kabul eder. Elbette, ortada kötü ve eski moda bir propaganda bulunduğunu da itiraf ederler; bu, tıpkı sosyalist gerçeklik ve traktörle tanışma romanlarını ve Hıristiyan melodramlarını andıran ve Horatio Alger ya da Samuel Smiles kapitalist başarı öykülerine benzeyen eserler niteliğindedir. Ancak tıpkı herhangi bir kristal parçasının dikkatlice bir mukavvaya ya da yongaya işlenmesi gibi birtakım iletilerin tasarlanarak hikayenin içine yedirilmesi de su götürmez bir gerçektir. Ülkemde gün geçmiyor ki bir öğrenciden ya da bir öğretmenden öylesi kitaplarda ne demek istediğimi sorgulayan, benim incelikli bir biçimde en ufak parçasına kadar kurguladığım birtakım cümlelerinin daha çok ayrıntısına inmemi arzu eden mektuplar ya da çoğunlukla tanrıbilimsel veya cinsel konulara dair memnuniyet verici bir biçimde bilirkişi konumuna yakıştırılarak bir konuşma yapmamı rica eden davetler almayayım. Bir kahraman olarak yazar, Hemingway ya da Saint-Exupéry ya da D’Annunzio gibi Camus’nun muhtemelen son örnek teşkil ettiği bir gelenek nedeniyle, Amerika’da yazar tarafınca bir eğitimci olarak addedilmektedir. Çoğu yazar eğitir, pek çoğu yazmayı öğretir; yazmak, kitabın ölüm haberinin kulağa çalınmasına ve yazılan sözcüğün matem çanının monoton bir biçimde çınlamasına karşın, akademilerde hâlâ büyük bir ısrarla öğretilir; herhangi bir yazar, öyle varsayılıyor ki, ders verebilir ve zihindeki o daha saf akademik bilgiler, “yazıların” ta kendisi, bir elekten geçip de yeteri derecede kaliteli bulunursa eğer, eğitsel düşünmenin nesneleri olarak çalışma alanında öncelikli yerlerinde konumlanır.

İnsan, nazikçe ancak sebatla sorgulayan, eğitiminin mesafeli ama işler durumdaki öğesi niteliğindeki durumunu doğal karşılayıp bunu kabul eden bir mektup-yazarına, onun salt görevinin gerçekte bilgi edinmek ve kendisine ait dönem ödevini ya da doktora tezini ya da eleştirel yapıtını açıklamaya yarayan bir denemeyi aydınlatmak olduğunu söyleyemeye nasıl cüret edebilir— ayrıca insan, çarçabuk anlatılabilen bir iletinin eksikliğinin, aslında çoğu kez, iletinin ta kendisini olduğunu itiraf etme cesaretini pekâlâ nasıl gösterebilir; çünkü ağzı sıkılık da bir yazar için en az anlatım kadar önemli bir araçtır; öyle ki, bir anket sırasında aceleyle doldurulan çoktan seçmeli bir madde, yalnızca yersiz sayılmayıp yazarın gerçek eylemine de uygunsuz düşer; çünkü bu eylem, oldukça ilginç bir biçimde özel ve seçicidir, son derece yüce bir beyannameden ziyade aslında bir şeytan çıkarma ve masal uydurma meselesidir; öyle ki yazar, en iyi biçimde, yaşamın kendisi kadar belirsiz ve kesif bir durum ortaya koyar; burada açık sözlü olmak gerekirse, yazının toplumsal yararı, yazar için öncelikli olarak her nasılsa birkaç iş imkanı—Avusturalya’da birkaç devlet bursu— bir yazar olarak yaşamını idame ettirmek için birkaç iş imkanı ortaya koyması nedeniyle önemlidir.

Basında çalışan gazeteciler ve senaryo yazarlarını saymazsak eğer, iki yüz milyon nüfuslu varlıklı bir ülkede, ancak yüz Amerikalı erkek ve kadın yaşamını yazarak kazanabiliyor. Öyleyse, Nobel Ödülü’nün* zafer hatırası söz konusu değilse bile, ülkenin böylesine ufak seçkin temsilcilerden oluşan bir zümre tarafınca sahiplenilmesini, en azından tinsel aristokrasinin iyi kalpli merasimlerini sorgulamaz mısınız? Gerçekte, yazarın görevi tıpkı vicdanın ve tanrı elçisinin sesi olarak insanlık adına konuşmak, kendilerini konuşarak temsil edemeyen milyarlarca insana hizmet sunmak değil midir? Bu anlayış ilgi çekicidir ve çoğu Rus olan birtakım yazarlar, yeteneklerinden bütünüyle ödün vermeksizin öylesine yüce bir görkeme talip olmuşlardır. Ancak genel olarak, Sartre ya da Faulkner gibi bir yazar fevkalade meşhur bir insana dönüşüverince, onların sahip olduğu ve etraflarına gösterecekleri özgül bilirkişinin yerini de iyi niyetli bir boşboğazlık doldurmaktadır.

Yabancı bir ülkede, kürsüye çıkarak konuşmaya cesaret ettiğim en son yer, dinleyicileri arasında iri cüsseli beyaz bir adamın coşkun sorusu karşısında, insan soyunun genel ıslahının ve öldüresiye kusurlu kendi ulusum içindeki toplumsal koşulların bile düzetilmesinin bir yazar olarak benim esas dürtüm olmadığını itiraf etmek zorunda kaldığım Kenya’ydı. Elbette, bir yurttaş olarak insan oy verir, oturumlara katılır, özgürlükçü dindarlığa taraf olur, vergi öder ya da vergi kaçırır ve kendi Başkanı’ndan bile daha cömertçe —o hale gelir ki —yardım derneklerine katkıda bulunur. Ama bir yazar olarak kendi adıma, sanatsal amacımı insani endişem içindeki bütün alanlara yayma girişimi ve bu uygulamanın doğruluğu için amacın asaletine ikame etme, sahip olduğum herhangi toplumsal faydanın da zarara uğramasına zemin hazırlayacaktır, hiç şüphesiz. Bu, Sovyet işçi kamplarını gören Solzhenitsyn’in başına gelmiştir; ırkçı polis devletinin gerilimlerini, çelişkilerini ve zorbalıklarından büyük zarar gören Bayan Gordimer ve Bay Mtshali için de bu durum geçerlidir; toplumsal protesto ve bir reform umudu ise onların tanıklık ettiklerinin en derininde saklıdır. Solzhenitsyn’in Sovyet devletine dair ortaya koyduğu açık ve yürekli meydan okuması muhteşemdir; ancak, The First Circle gibi bir roman, kör ışık altında şartlandırılmış ve —kabul edelim ki— şovence bir havaya büründürülmüş bir kınamanın ötesine geçerek bizim için daha çok teminat sağlar; bize bilinmedik bir dünyanın kapılarını açar; ve insanın belli bir çeşit siyasal düzen altında nasıl yaşadığına dair karmaşık ve yalnızca dolaylı olarak ortaya çıkıveren bir kınamanın tasvirini sunar. The First Circle’ın klostrofobik ve kalabalık kurşuni dünyasını düşündüğümde, Henry Miller’ın yüz kızartıcı Paris romanlarındaki dokuyu anımsarım. Burada da, Miller’ın tarif ettiği üzere, insan koşullarının herhangi siyasal bir umut dermanından bertaraf olmasına karşın, gerçeği ve gerçeğin —eski ve nahoş ancak hâlâ hayati bir gerçek—açığa vurulması için yadsınamaz bir arzuyu elimizde tutarız. Ve Miller ise, kendi yolunda, şehit düşer: Tıpkı Solzhenitsyn’da olduğu gibi, onun yapıtları da kendi ana yurdunda yayımlanamamıştır.

Nerede duruyorsak orada yazmalıyız; her nerede duruyorsak da yaşam tam oradadır; ve her ne kadar dar olursa olsun, yaşamın taklidi, bildiğimiz üzere, bizim tek alanımızdır. Kenya’da, simgesel olarak Üçüncü Dünya diye adlandırılan, sayıca çok geniş halkların konumlandığı köşede, Amerika’ya özgü o sahne üzerinde oturuyorken, benim tüyler ürpertici itham edicimin ağzından dökülen ve yazar mesleğiyle kendi deneyimim arasında uzaktan yakından ilgisi bulunmayan o ifadeleri duyamadığımdan ötürü kendimi suçlu ve afallamış hissediyorum; benim endişelerimin—hayatta kalabilmek, gelişme göstermek, kendi küçük evrenimi gene kendime ve diğerlerine eğlenceli kılabilmek, başarısızlığa uğramak, başarısızlığa uğrayacaksam da eğer, ne sanatsal korkaklık ne de tembellik aracılığıyla bunu tecrübe etmek, denemelerimdeki bütün dizgi yanlışlarını yakalamak, kitaplarımı içerikleriyle birlikte hem çarpıcı hem de adil bir biçimde yayımlamak, sözcükleri, boşlukları ve kurgulanmış gerçeklikleri daha önce tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen bir örüntü içinde düzenleyebilmek, yayımladığım herhangi bir cümleyi savunabilmek—onunkine kıyasla öylesine bayağı olmasından dolayı kendimi mahcup hissediyorum. Ama bir kez sahnenin dışına çıkmayayım (bir yazarın nadiren yapacağı bir şeydir bu) o zaman da daha az mazeret belirtmeye çalışırım ve benim, iyi niyetiyle sorgulayan, adamıma ve aynı dinleyici grubun içinde, Amerika’nın hem gerçek hem de sözde günahlarının kefaretini ödemesi için bana bel bağlayan sessiz suratlara; mektuplarıyla bana yalvararak yedinci sınıfa geçmelerini sağlamamı isteyen hazin öğrencilere bile inanırım—öyle ki bu insanların hiçbiri benim uğraşımdan zerre kadar bir şey kavradıkları yoktur.

Öyleyse neden yazarız: Hemen ardından da soralım; niçin bu denli bir bağlılık? Çünkü başımıza gelen kişisel kazaların sayısı, bizi, daha önce var olan bağlayıcı bir zanaata doğru sürükler; en önemlisi yaşamda böylesine bağlayıcı bir silah mevcut ve biz de ona bayılıyoruz.

Bir kurşunkalemi düşünün. Ne kadar sessiz, hünerli, narin, küçük ama mucizeler yaratan biri! Onun bir dokunuşuyla, dünyalar vücut buluyor; tehlikesiz bir kaplan, ağır olmayan buharlı bir silindir, hiç masrafı bulunmayan bir saray. Bütün çocuklar, kurşunkalemlerin ve tebeşirlerin büyüsüyle hayat dolu; hiçlikten bir şey yaratıyorlar adeta; birkaçı da bu büyünün etkisinden asla kopmayarak sanatçı olmayı deniyor. Ben de bir zamanlar kabarık ve coşkun heyecanımın üzerine bir şapka gibi oturuvermiş o vitray avizenin altında, yemek masası sofrasına resimler çizen heyecanlı bir çocuktum. Şimdiyse bize hem zamansal hem de uzamsal olarak öylesine uzak kalan o çocuğu ne heyecanlandırıyor? O, kendisine düşünülemez gelen bu kürsünün başından ayrılıp, iki felsefi duyumsama arasında var olarak boy göstermekte artık.

Birincisi, taklit bir yer değişim olmaksızın hak iddia eder; benim resmettiğim kedi, yiyecek bulmak için dalaşmak zorunda kalmadı ya da arka verandaya geliveren gerçek kediye gönlünü kaptırmadı. Ben resim yaptığım zamanlarda dünyada var olan sınırlı sayıdaki mal mülkü yeniden düzenlemekten ziyade aslında dünyaya bir şeyler katıyordum. Büyük Buhran sırasında, orta sınıf yoksulluk kıyısında yaşam mücadelesi veren bir aileydik; babamın, rekabet derdi içine saklanmış patırtı dolu o zor durumundan kendimi alıkoymaya hevesliydim; kurşunkalem ve kağıt, diğer oyuncakların aksine ucuzdular.

Ve, İkincisi, kurşunkalemle çizilmiş bir sayfada var olan dünya çeşitli bağlantılara olanak tanır. Bunun eski bir örneğini, ben ne zaman bir düz yazı ya da şiir derlemesini bir araya getirdiğimde ya da birbirinden farklı durumlarla izlenimleri tek bir öykü şekline bürümeye çalıştığımda, keyifle şöyle dile getirebilirim: Kağıdın bir yüzüne nesneler çeşidi çizerdim—çiçekler, hayvanlar, yıldızlar, tost makinesi, sandalyeler, çizgi roman karakterleri, hayaletler, burunlar— ve onları çizgilerle, iki çizgiyi içeren bir yol ile birleştirirdim; böylece hepsi birden tek bir imkansız ağacın dalındaki meyveye dönüşürdü. Bu yaratıcı eylemin bana öylesine güçlü bir biçimde keyif verdiği yaş aralığını tam olarak anımsayamıyorum; derlemeler yapma isteği, parçaları bir araya toplama, insan zihninin oyunbaz ve sanatsal yönünü işaret eden derin şiddetli bir arzudur, hiç şüphesiz. Ne kadar derin olursa, bir hikayeyi başından sonuna değin dinlemek ya da farklı şeylerden ortak benzerlikler çıkarmanın naçiz esrikliği de şiddetli bir arzu oluşturabilir. Proust, hiç şüphesiz, estetik cennet kuramının temel taşını benzetme yapmıştır ve Plato, onu doğru kavrıyorsam eğer, hangi benzer nesneler dizisinin ortak bir özelliği bulunuyorsa onların da kendi içlerinde ayrı bir mevcudiyeti olması gerektiğini duyumsamıştır; tıpkı bizi dünyaya getiren idea gibi, dünyayı algılayışımız içindeki adcılığın kabusundan ayrı tutulmasını hissetmiştir. Gene de, bir kurşunkalem ve bir kağıttan insan ortaya çıkarmak, bir mağaranın duvarına kanla bizon resmetmek kadar büyülü bir eylemdir; nahif, gölgede bırakılmış ve el yordamıyla yazgınsın peşine düşmüş bir çocuk bu noktada bir şey ele geçiriverir ve dahası göklere yükselmiş övgüyü derinden yaralar.

Sanatsal hareketi, içte uyanan benlik ile ona karşı uyanan madde dünyası arasındaki var oluşum diye tanımladım; ama hiç şüphe yok ki, insanın ailesini memnun etme isteği erken yaşlarda ortaya çıkar ve böylesi bir durum da sanatçının hayatı boyunca içinde taşıyacağı bir şeydir aslında; bu, onun davranışının ne kadar nahoş görünmesine ve işin ne kadar tatmin edici algılanmasına karşın dünyayı memnun etme arzusu olarak baki kalır. Biz, sözgelimi, Henry James’in çok para kazanmayı umduğunu keşfettiğimizde ve James Joyce’un da kendi hakkında çıkan bütün incelemeleri okuduğunu öğrendiğimizde şaşıp kalırız. Sanatçının kişiliğinin anlaşılmasının zor bir karşıt değerliliği vardır: O, bir mağara adamıdır; ancak mağarasında da düzenli biçimde yaşamını sürdürmeyi umut eder. Mahremiyet gereksinimi ve tanınma gereksinimi: Bir çocuğun hassasiyeti her iki gereksinimde de kendini gösterir ve dile getirebilirim ki biraz önce anlattığım o yalvarış dolu mektuplara karşı gösterdiğim tepkideki hareketli muğlaklığı rahatça hissedebiliyorum—insan, mektup almaya can atar ve onları cevaplamakta gönülsüz davranır. Ya da (en iyi bildiğim yazınsal sahneye bir miktar gönderme yaparak) her deyimiyle bizim sevgimize ve yakınlığımıza çanak tutan büyük isteği eşliğinde, Saul Bellow’un bir solukta okunan hararetli kurgusu ve Bellow’un şahsi, hafif mağrur ve farklı derecede huysuz kişisel alanı arasındaki çarpıcı tezatlığı düşünün. Ayrıca, J. D. Salinger, bir kitaptan zevk alan okurların o kitabın yazarına telefon ederek yazara ulaşmalarını öneren bir başyapıt, The Catcher In The Rye, kaleme almıştır; sonra da ömrünün geri kalan yirmi yılını telefondan uzak durarak geçirmiştir. Bir yazar, şunu söyleyebilirim, hiç şüphesiz doğal yaradılışının getirdiği kusurlardan dolayı, dünyayla tek bir kademede iletişime geçmesini sağlayan, bir kulaktan ziyade bir ağız kadar derin görünen mağara şeklinde bir uzuv yaratmıştır. Kısmen, belki de, yazarın kendi bilinçaltı gene yazarla rüyalar aracılığıyla iletişime geçer. Çünkü geri iletim imkanları, cevaplanması gerekmeyen mektuplara, telefon defterine alınmayan adlara, hücum eden yıllık kitap incelemelerine ve hediye edilmemiş ödüllere indirgenildiğinden, böylesi bir iletişim, en güvenilir olanı hariç, herhangi kişisel bir değişimden daha dürüst sayılabilir; buna karşın, çarpıtmaya dair fevkalade imkanlar da kontrolsüzce boy gösterir. Burada, yazarlığın oldukça gizli ve menfur bir iki hoşnutluğunu dile getirirken, öylesine inatçı, karşı koyan ve aşağılayıcı dünyanın da düzeltilen, iyi ayarlanan, hatta kulağı hafif çekilen ve arındırılan bir taklidin rolüne soyunmasını itiraf etmiş bulunuyorum. Gerçeklikte yenilgiye uğrayan imgelemler bütünüyle şımartılabilir; durumun engellenmesiyle yön değiştiren eğilimler de bir sona ulaştırılabilir. Benim durumumda ise, çoğu kez beni şaşırtmayı beceremeyerek, kurgusal karakterlerimin özgün bir biçimde hayatımda peşi sıra boy göstermesine karşın, kendi kurgularımın kahince bir özelliği bulunduğunu fark ettim. Biz, aslında, hem gizli bir var oluş durumundan yola çıkıp hem de bellek üzerinden yazarız eserlerimizi ve yıllar sonra o ağır kanlı yaşamlarımız, tüyler ürpertici bir sadakatle, gerçeklikte kendini dışa vurur; örüntüler ise bizim tasavvurlarımızda yansır.

Ne var ki, vitray avizenin altında kalemini oynatan tutku dolu o çocuktan fazlasıyla, çok hızlı bir biçimde, uzağa düştük. İnsanın, çoğu kez, gerçekliğe başvurmanın rahatsız edici gereksinimi olmaksızın, bir kalemle hem yazıp hem de çizebileceğini ergenlik çağımda keşfetmiştim. Bunun yanı sıra, yazılı sayfaların altındaki mağara, bir çizim defterinin altında bulunandan çok daha fazla çeşitlikteki alana ev sahipliği yapar. Benim yazarlığım, kendi düşünceme göre, yalnızca görsel belirginliğin el yordamıyla resimsel şekle bürünmesiyle ilgilenmekle kalmıyor; kitapların nesneler olarak uzamda, tıpkı bir kanaviçenin üstündeki şekiller gibi, kendi içlerindeki olayların ve insanların bir araya gelip nasıl tasarlandığıyla da uğraşıyor. Ben bu yöntemi önermiyorum; bu, belki de, ilkel anlatı dürtüsünün bir sapkınlığıdır. Hikaye anlatıcılığı, bütün tasvir gücü nedeniyle, müzikle birlikte zamanın da ortamını paylaşır ve belki de sözü geçen bu anlatıcılığın dehasının, onun en merkezi dönüşümünün zamanla, ritimle ve yankıyla yakından ilgisi vardır; bu da, tıpkı bir harmonide olduğu gibi yönlendirilip donatılarak, tablo üzerindeki herhangi bir resim gibi donakalmaksızın, zaman hissine gönderme yapar.

Ancak, insan kazanmış olduğundan daha fazlasın veremez ve biz de yazılarımızda, deneyimlediğimiz estetik duyumları diğerleri adına yaratırız. Benim durumumda, bunlardan bazılarını şöyle sıralayabilirim: Dürer ya da Vermeer’in çizgesel kesinliği, Henry Green’in düşüncesiz-ve-isteksiz atmosferi eşliğinde sözlü ve ruhsal inceliği, Proust’un eğretilemeleri, Kafka’nın ve Joyce’un esrarengiz somutluğu, çözülmüş bir matematik probleminin bileşenlerine dağılıvermesi, özenle dokunmuş gizemli bir hikayenin çözülmesi, bilim kurgunun dünyayı hor gören etki alanı, gerçekten nükteci bir sayfa yazının insanı gözyaşlarına boğan etkisi. Yazmak, gerçek anlamda, pek de önemi bulunmayan şeyler ortaya koymamıza olanak sağlar: bizi güldürür, bizi ağlatır; ve eğer pornografikse ve biz de oldukça gençsek orgazma ulaşmamıza neden olur. Bunun yanı sıra, elbette, uykuya dalmamızı da sağlar; ve bu uyutucu etki, yazarın toplumsal amacının sıkça öne atılan tartışması esnasında bile daima göz ardı edilir; bunun, yazının en yaygın ve kullanışlı etkisi olduğunu sanıyorum— kitap, bir uyku öncesi içkisinden ziyade az sıklıkta karşımıza çıkan yalazlı bir kılıç ya da bir ışık huzmesidir. Yararı ne olursa olsun, toplumun birtakım bireyleri bizim ürünümüzü satın almak isteyerek faydalı bulsun; ama, bana göre, söz konusu diğer insanların refahı, onlarla iletişim, onları asilleştirme ya da radikalleştirme ya da dehşete düşürme ya da onları uyuşturma insanın yazma eylemindeki birincil nedendir.

Hayır, her hevesli yazarın size söyleyeceği gibi, bir yazarın istediği esas şey eserinin basılmasıdır. İnsanın, belirsizce ve gelişigüzel sürdürdüğü yaşamın içindeki değişen izleri yazılı hale —metale ya da ofset baskı makinesinin icadıyla oldukça gizemli biçimde elektriklendirilen bir kauçuğa —dönüştürmek; dilin çift kat büyüsünü, kendi izlenimlerimizin mekanik çoğalımını ve oyunbaz yapıları bir başka varlık alanı içinden geçirerek katmerli ve uzaklara yayılan bir varoluşa; bizim işgal ettiğimizden çok daha geniş bir alana, kuramsal olarak sonsuz bir alana taşımak: bu, aslında, bizi masalarımız başında tutan bir alarmın melodisidir, bizim kasvetli uyarlamalarımız, bizim uykusuzluk telaşımız, sözlüklerimiz, ansiklopedilerimiz ise yapayalnız ve fuzuli olan emeğimizdir. “Bir yığın kitap yazmanın sonu yoktur; ve böylesine yoğun bir çalışma bedenin bitkin düşmesi demektir.” İnsan, mütevazı bir biçimde iyi donatılmış bir kitapevine girdiğinde bile hissedilen bir bitkinliktir bu. Ama böylesi bir durum ancak ticaret ile sanayi dünyasını içerir; ve yazarın benliğini heyecanlandırarak onun sınırlılığı üzerinde bir zafer yanılsaması bırakan imalat ve dağıtım mekanizmasına dair farklı fani hayallerin uyanmasını kapsar.

Bir çocuk olarak kendi özdeğim ve iletim haline gelmenin nasıl olduğunu bulmak için yaşamama karşın, yazma isteğim o özdek ve iletim sayesinde başlamadı; gerçekte bu istek, sözü geçen özdek ve iletimden kaçarak baştan sonra daha iyi bir dünyaya sığınma arzusuydu. Ben on üç yaşındayken, evimize The New Yorker adlı bir dergi alıyorduk ve ben bu dergiyi öyle çok seviyordum ki bütün dileğimi ve çabamı ortaya koyarak dergi sayfalarınca bütünüyle ele geçirilebilmek için kendimi yeteri kadar küçük, mürekkebi andıran ve dikkatli biri olmaya zorluyordum. O noktada, varlığın şekli değişmiş biçimini düşlerdim ve “yazarın yaşamı” denilenin bende vücut bulacağını düşünürdüm. Benim düşlemim, bu düzlemdeki baskıcı konumum ve yeryüzünün yarısını dolaşarak dünyaya tanıklık etmemi sağlayan birinci sınıf uçak biletleri kadar bütünüyle gerçeklikten uzak değildi. Ama sizden hepten riyakâr bir biçimde istemeyeceğim tek şey, bir yazarın yaşamına dair haksız, şüpheli ve hatta korkak bir durumu kabul etmenizdir.

Sanatçılar arasında, bir yazarın araç gereci—hepimizin az çok kullandığı dil gözden en az ırak olandır; dilbilgisi ve yazım kurallarına biraz dikkat ederek acemi insanların olağan maceralarını dile getirebiliriz. Bir ressam nasıl resim yapıldığını öğrenmelidir; onun atölyesi simya ile ilgili maddeleri ve fiziksel kuvveti anımsatan bir yerdir. Müzisyenin uzmanlaşmış ilminin iksiri ve kişisel becerikliliği ise çok daha göz korkutucudur ve hiç tecrübesiz olana daha az uygundur; ve bu nedenle de yazarın hünerinden, her nasılsa, daha az derecede bozulmaya yüz tutar. Bazı ressamların ve müzisyenlerin yaşamlarının en güzel döneminde kötülemeye başlamalarına karşın, çok daha azı ve birkaçı esaslı bir biçimde yazarlığı seçerler. İşimizin sırrı, haince bir incelikten geçer; bizim sanatımız, kulağa gelen harflerin dünyasını belirleyen öylesine akıllanmaz edayla işleyen bir amatördür ve “profesyonel yazar” deyişinin ta kendisinin de pis bir anlamı vardır. Hilaire Belloc, yazarlıktaki güçlüğü anlatırken onun hiçbir zaman bir meslek olarak görülmediğini ama bir hobi anlamına geldiğini söylemiştir. Yazarlık, benim de tarif ettiğim gibi, azim dolu bir oyun temsilidir.

Dolayısıyla, şimdiye değin dili iyi kullanmanın verdiği keyiften, dilin anahtarını elinde tutarak kullanımın muhafızı sayılan ve doğruluğun yürütücüsü addedilen yazardan hiç bahsetmedim. Bu, ne kadar sıklıkla öne sürülürse sürülsün* çok gerçek bir kanı gibi görünmez bana. Dil, sokakta ve sözlü basında yayılıp gelişir ve iyi yazılmış kitaplar dilin yönünü bulmasına dair son duraklardır. Yazar, çoğunlukla sakıngan bir biçimde, konuşma dilini takip eder. Kendimin, kitap eleştirilerinde sözcükler üzerine imleyici olarak tanımlandığını görüyorum. Bu doğrudur; çok dilli esnekliği ve güzel bir şans eseri, iki imparatorluğun bir sonucu olarak, dünya çapındaki değeri ile İngilizcenin içine doğmuş olmaktan dolayı minnettarım. Ne var ki, İngilizcenin kendiliğinden gelen özelliği, esnek dilbilgisi ve verimli anlamdaş sözcükleri nedeniyle noktalamalarla uğraşmadığımın farkındayım; ancak, bazı deyiş ve paragraflar alanına sağladığı potansiyel ve bu potansiyelin gerçeğe dönüşerek taklitten de bir başka gerçeklik meydana çıkarması sebebiyle bu dille ilgilendiğimin bilincindeyim; böylesi bir gerçeklik ise, sonsuz bir biçimde, az ama derinlemesine ele geçirilmiştir; ve derinlemesine insanidir.

Pascal şöyle der, “Doğal bir söylem bir ihtirası ya da bir etkiyi tasvir ettiğinde, insan, kendi içinde, daha önce bilmemesine karşın orada var olan okuduğunun doğruluğunu hisseder. Dolayısıyla insan, bize bunu hissettirebilen kimseyi sevmeye de yatkındır; çünkü o bize kendi zenginliğini değil aslında bizim zenginliğimizi göstermiştir.” Yazarın direnci kendisine ait değildir; o, arkasına dünyayı alarak sayfanın diğer tarafındaki okurların arasından geçerek akan, kendisini öylesine konumlandırmış bir su yoludur. Bu su yolunu tertemiz tutmak onun zahmetli görevidir; yazma ediminde isimsiz olmak yazarın şöhret arayışının da sonu demektir.

Öyleyse, kurnaz özel hırslar ve çizgesel temsil uygulamalarının getirdiği çocuksu bir büyülenmeyle yola çıkarak, sesli bir biçimde kendi kendimi haklı çıkarma arayışı içinde, mahcup bir özgeciliğin içine düşüverdiğimi görüyorum. Bir etki bırakma isteğiyle işe başlayan insan, en sonunda o noktadan mükemmel bir şeffaflık yaratmak ve kendisini, bütünüyle, tıpkı bir mercek kadar işinin ehli bir biçimde odak noktası haline getirmek için o etkiyi yok etmek ister. İnsan, ün peşinde koşarak işe başlar ancak her şeye —her okşayıcı ilgi, konuşmak ve bilge bir adamı temsil etmek için gelen her davet, benliğin ve de bedenin her açlığı— dair korkunç bir sabırsızlık hissiyle nihayete erer ; bu, bizi çepeçevre sararak bizden kat kat üstün dünyaya karşı coşkun tanıklığımızı gölgeleyen ve pıhtılaştıran her şeyi ilgilendiren bir sabırsızlıktır. Yazar, o belirsiz ama incinebilir ve bir zamanlar yitip gitmiş gerçeğiyle, yazar olmadan önce sürdürüyor olduğu değerli hayatıyla başlar işe; ama —yılların işleyişiyle birlikte— o içi boşaltılan ilk etkiler eşliğinde, anlamsız olmasına karşın, kendini hâlâ bir yazarın rolünde, sıradanlığın beklenti içindeki okurları ve hiç şüphesiz bir iletişim alışkanlığı içinde konumlandırılmış olarak buluverir. Bir yazar olarak işte tam o noktada bu hayattan göçüp gider ve hareketsiz kültürel salt bir nesneye dönüşür; ya da benliğini, bir bakıma, deneyimin acemi cereyanına ve zihninin saf faaliyetlerine yeniden sunarak dünyaya gözlerini açar. Alakadar olmayı sürdürmek—Amerikalı romancılardan yalnızca Henry James yaşlılığında bile sanatını geliştirmeyi sürdürmüştür; birçoğu ise, gerçekte, en iyi romanlarını erken yaşlarında ya da hemen hemen erken dönemlerinde kaleme almıştır. Hayattayken yaşadığımız enerji med-cezileri: Başarı da, hiç şüphesiz en az başarısızlık kadar, hayal kırıklığına neden olur; böylece devinim ve öngörü yaratma beklentisinin gücü giderek azalmaya başlar. Neredeyse tek başına kalan yazar, bu yitimden getiri de kazanabilir. Gevşek benliği içinden daha yüksek sesle çağlama fırsatı da gene yazarındır. Çünkü onun bu çağlaması asla bütünüyle kendine ait olmamıştır; o, bu durumun fazlasıyla kaynağı olduğu kadar bahanesi de sayılır. Küçük bir zorbanın, bir kalemi ustaca kullanmasına dair duyduğu haz, kendi içinde, bir kalem olma durumuna karşı her daim bir duygudaşlık taşır; yazar, her geçen gün kendini bir araç olarak düşünürken, onun vasıtasıyla zaman ve yer de adından söz ettirmeye başlar. Eksilmek ve daha çok aktarmak, enerjiyi bilgelikle tazelemek—yaşamının orta yerini geçmiş biri olarak böylesi bir umutla— neden yazıyor olduğumun gerekçesidir.

******** ******** ********

Çev: Deniz Gündoğan



* Mart 1974, Adelaide, Güney Avusturalya.

* Ödül o yıl Avusturalyalı Patrick White’a verilmiştir.

Oswald Mtshali, Zululu şair. Hem kendisi hem de Nadine Gordimer Adelaide Festivali’nde yer almıştır.

* Iris Murdoch tarafından 1972 Blashfield Konferansı’nda öne sürülmüştür.

Hiç yorum yok: