Bu sözler "Süper Baba" dizisinin son bölümünde Fiko'nun yaşamı delicesine yumrukladığına dair... Yaşanmışlıklara, gönderilmemiş mektuplar salımındaki bütün yaşanmamışlıklara, arada kalmalara, evetlerin hayırlara, hayırların evetlere dönüşümlerine, tıkanmışlıklara, bir aşk öncesi ve bir aşk sonrası bütün duraklara dair...Can dostuna öylesine naif bir soru...Bir çocuk masumluğunda; gerçekten bilinmeyene dair bir soru: "Niye?" Niye be?" Ama öylesine hırçın bir haykırış... "Bittim ben..."Sözcüklerin bittiği yer. Edimlerin bitti yer... Orta yaşın ardından bakakalmak yalnzca...Sevdiğine tutuk kalmak. Necatigil ustanın dizleri aklımda: "Sevgileri yarınlara bıraktınız; çekingen, tutuk, saygılı..." Evet, nedense hep saygılı... Ona saygılı, buna saygılı ama kendine saygılı değil. Tutuk... Evet..Kendinden başka her seye tutkun ama kendine tutuk, kilitli... Sonrası.. Hayatın daha da kendisi...İki nefes daha ve ölüm... Çok gerçek. Her gün gibi. Hani şu an suratımıza çarpan kış rüzgârı gibi... Tüm duyuların uyaran bir alarm gibi.Ağzını açıp o sözleri dökememek. Nedense. Çünkü "Hayatın her duruma hakkı var mıdır" diye soran Rainer Maria Rilke gibi.. Çünkü hayatın her duruma hakkı var; her şeye... O kilden mucizeler yaratacak insan sanki. Başka çaresi yok ki... Sözlerden, edimlerden korkmamayı becerebilmek. Sonucu ne olursa olsun. Gitme diyebilmek ya da kal diyebilmek ya da her neyse. Zorlamadan, o kalıplaşmış hiyerarşiyi kurmadan... Kadın- erkek, erkek-kadın, kadın-kadın, erkek- erkek ya da erkek-kadın-erkek. Fark etmiyor çok da. "Gönül dostu" çizgisine inanıyorum ben daha çok. Gönül gözüne...İşin özüne... Diğer meseleler iyi, hoş ama... Hep bir ama'sı var... Diğerinde ise sadece hiyeraşiden, baskıdan uzak. Karşılılı etkileşimin, konuşmanın oldugu güneşli pazartesiler, salılar, çarşambalar... Ne kadar yetecekse artık. Sadece sözcüklere dökebilmek yüreği. Yüreğin dalglarını karşı tarafa geri verebilmek. "Akasya kokulu sabahlarımı geri verin" diyebilmek... " Geri verin zamanımı" diyebilmek... Sonra neredeysen orası olur işte masal. Masallara inanmayı bırakmamak; içindeki çarpık kodları çözsek de--biraz mizah burada; ah feminizmin yıllar yıllar boyuncaki dayanılmaz hafifliği! Çekirdekten yetişmek insanı mahvediyor!-- bir yanım masallara inanmayı sürdürmeyi seviyor. İnanmayı sevmeyi sevmek gibi...Sonrası, eğer aşk diye bir sey için konuşuyorsak burada...Nedense "Süper Baba"nın bu sahnesini günlerdir durmaksızın izliyorum. Sen çok yaşa e mi Şevket Altuğ! Nedense. Yara var mı? Bilemiyorum. Var belki de... Eskilere gömülü çok. Çok çok sonradan gelen bir cevap. Etkisi..
?
? ?
Her şey sorulardan bir üçgendi çokça zamandır. Ama artık değil. Çünkü gerçek sözcükleri yüreğe dökememek; zamanında. Zaman-mekan-insan'da yaşanılıyor her şey. Kaçıyor işte o an! Yıllar sonra geri gelse de... Bir yan, fevkâlede önemli bir yan, eksik... "Eksik bir şey mi var " diye sorası geliyor sonra, çokça. İtiraf edememek. O anın sarhoşluğu ama içinde ince bir sızı. "Niye? Niye be?" Zamanı geri döndürdüğünü zannetmek. "Unutma Bahçesi"ne elinde çadırlarla gidip kamp kurabilmeyi düşlemek. O düşün peşine takılmak ama aslında unutmak diye bir şey olmadığını görmek. Unutursa yavaşlar insan. Yavaşlarsa unutur. Düş insanı yavaşlatır. Yavaşlarsa insan... Yavaşlamanın yeni bir şeye başlamak olduğunu zannetmek. Her şeye yeniden başlamanın unutmanın hızını yavaşlattığını zannetmek. Sözlere, edimlere yeniden daha yavaşça, belki bu sefer daha kendince, daha bilinçle ne istediğini bilir gibi başlamak. Ve eskinin kendini öylece unutturduğunu zannettmek. Unutmak-yavaşlamak-unutmak-yeniden başlamak. Zor kavramlar, zor sözceler. Grifit. Ama çok kolaymış gibi yaşamak. Nedense."Süper Baba"'nın sonu mutlu bitiyor. Kal diyebiliyor Fiko. Kız kalıyor. "Çengelköy olur masal çünkü". Süper bir kahramanın masalı çünkü. Süperman-Süper Baba.... Gene feminist duyarlılığın dayanılmaz hafifliği! Hodri meydan diyesi geliyor mu bu insanın burada; "Süper Baba"'nın eril kodlarını çözesi geliyor mu insanın şimdi! Kız edilgen, erkek etken diye söze başlayası geliyor mu ya da kuşatıldığımız "heteronormatif" düzeni yeniden ürettiğimize dair neleri bulabileceğimze--dizide çok şey bulursuz bu konuda, ayrı konu şimdi-- ilişkin söze başlayabiimek. Bana göre, pek değil! Masallara inanmayı sevdiğimi sevdiğimi söylemiştim... Bazı "şeyleri" o pek mühim yapısöküme uğratmak, kodlarını yerle bir etmek istemiyor insan zaman zaman. Öyle kalsın istiyor. Naif. Bazen sorgulanmadan. Bazen Çengelköy masalı gibi. Dünya iyi bir yermiş gibi. İlkokul şarkıları gibi. Ya da "Dostlarım" (Sevinç Erbulak) şarkısındaki gibi...
"özgürlük uçsuz bucaksız bir ülke
sevgin ışık tutmazsa yolunu bulamam ki
mutluluk uzansam tutunacak kadar yakın
dostlarım olmazsa tadına varamam ki
hiç bir olay gerçek olmaz
dostlarıma anlatmadan
hiç bir sevinç tamam olmaz
sevenle paylaşmadan
masallar masal değil
sevgiyle anlatmadan
dostlar arasında bugün sevgiyle dolu yüreğim"...
"özgürlük uçsuz bucaksız bir ülke
sevgin ışık tutmazsa yolunu bulamam ki
mutluluk uzansam tutunacak kadar yakın
dostlarım olmazsa tadına varamam ki
hiç bir olay gerçek olmaz
dostlarıma anlatmadan
hiç bir sevinç tamam olmaz
sevenle paylaşmadan
masallar masal değil
sevgiyle anlatmadan
dostlar arasında bugün sevgiyle dolu yüreğim"...
Belki fazlasıyla gizemli bir hava, belki de fazlasıyla romantik? Her şey söylem üzerine kurulu değil mi zaten? Söylemin kendi aynamızdan yansıyan gücü. Çoğunlukla örülü düzene karşı koyan, kendi alternatif platformumuzu ya da direnişimizi de yaratan karşı bir düzlem. Ama bazen...Öylesine naif, olduğu gibi kalsın istiyor insan.
"Bittim ben Nihat"! haykırışının bedenimde yarattığı dalgalar gibi...
http://www.youtube.com/watch?v=FRHuIsHZd6c
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder