9 Ağustos 2011 Salı

Şemsiyeyi Açsam Havalanır Mıyım Acaba?


ŞEMSİYEYİ AÇSAM HAVALANIR MIYIM ACABA?



Ayazın kucağında bir gece. Saat çok geç. İstanbul.



Üzerinde koca bir is lekesi.



Kömür dumanlıyla tütsülenmiş sanki.





Ve sen nasıl bir işe bulaşmak üzere olduğunun farkındaydın, pekâlâ.



Gözlerimiz gecenin ağırlından ya da şarabın kırmızılığından buğulu bakıyor. Sözcükler tükeniyor artık. Sözlerim karşımdaki etten duvarından içeri sızamıyor. Her şeyin içi boşalıyor.



“Bu uğurda hayatından olabilirsin… Gerçekten hayatına mal olacak, söylüyorum,”. Sana doğru kıvrılıyor bakışım.



Beni duymuyorsun bile. Bana bakmıyorsun. Gözlerim, her on saniyede bir başın ve ellerinde kilitleniyor. Sen bunu bildiğin halde gözlerini benden kaçırmakta besbelli ustasın. Bedenini ise yavaşça ama aslında umarsızca demeyeceğim bir biçimde kayırıyorsun benden. Zaman kayıp gidiyor. Biri penceresi aralık soğuk taş mutfakta lavabonun tıpasını açmışsanki. İnsan, mekân. Hepsi o ufacık delikten aşağıya kayıveriyor. Dönerek birbirlerinin kuyruğuna dolanıyor; delik, ardı ardına yutuveriyor bizi. Ya da bizim boğazımızda düğümleniyor delik; silikondan; yapışıyor etimize.




Valizinin yanı başında ne kadar da büyük görünüyorsun şimdi. Oysa seni tanıdığımda on altısına yeni basmıştın. Adın Sırma. Benim bildiğim adın bu. Kuzguncuk’taydık. İskelenin hemen yanı başında, eski müdavimlerin arasında ah! Can Yücel Baba’nın da olduğu İsmet Baba’da bata çıka balık keyfi. Turuncu bir akşamüstü. Eylül ortası. Hafif serin. Burumuzu dolduran iyot kokusu. Nedense yolda, Ömür Göksel’in sesinden günde belki otuz kez dinlediğin şarkıyı mırıldanıyorsun. On altısında, bu şarkı. Dudaklarında çarpık bir gülümseme:



Kaderimle arkadaş, dost olamadım



Beni candan sevecek yar bulamadım



Ah ile vah ile geçti bu ömrüm



Yaşadım mı öldüm mü anlayamadım



Ah ile vah ile…




Şimdi fonda aynı şarkı yine. O günü anımsıyorum. Kuzguncuk sokaklarında, Deniz Eczanesinin hemen arkasında kara Mehmet Usta’nın –çok ihtiyardı o zaman, ölmüş olmalı şimdi—dükkânında bulmuştuk bu kahverengi gramofonu. Sonra, biriktirdiğimiz 45’likler. Gecenin geç saatinde kafamızın çoktan dumanlı olmasına karşın sabaha kadar oturup onları yan yana dizmiştik. Alfabetik sırayla. Ayten Alpman, Hümeyra, Nesrin Sipahi, Nilüfer, Tanju Okan…




Şimdi aynı odadayız yine. Ama tek bedende değiliz artık. Uzun bordo kadife perdeler sımsıkı çekili. Tavanda asılı krem rengi dantel ipli abajurun içinden kıvrılarak dağılan ölgün sarı bir ışık içeride. Bir ayrıntı ilişiveriyor gözüme. Abajurun iç kenarlarına içinden çengelli iğne geçirilerek tutturulmuş iki yüzük. Altın. Birinin ortasında mat kahverengi sarmal taş. Öteki ise daha kalınca düz. Daha önce hiç fark etmemişim nedense. Gizli şaşkınlığımı yüzüme bakmadan okuyabilme yetisini de giderek geliştirmişsin Sırma. Saatler sonra çözülüyor dilin artık. Anne karnında fazlasıyla beklemiş bir can gibi şimdi. Hayatı tek bir solukta okuyorsun ya da hayatı bir nefes alımıyla öylece konuşuyorsun sanki.



“Bu yüzükler onundu, babaannenindi” diyorsun bana, “ Ölümünden sonra ben almıştım. Gizlice. Komodinin çekmecesinden. Yıllardır boynuma asılı taşımıştım, aslında. Sonra buraya iliştiriverdim nedense. Gece onlarla uykuya dalmak iyi geliyor.”




Daha vardı söyleyeceklerin, anlatacakların. Ama sustun yine. Dudağında yine o çarpık gülümseme. Alt dudağın sağ yanağına doğru seğiriyor. Mutlu olduğunda kendiliğinden yaparsın bunu. Demek ki mutlusun şimdi. Öyle mi?



?



? ?



Zihnimde bulanık sorulardan bir üçgen.




Minik pembemsi ellerin uzanıyor yüzüklere şimdi. Tırnaklarındaki ucu yenmiş siyah oje. Tedirgin ediyor beni. Her şey gibi. Hayat gibi. Senin planladıkların gibi…



Uzunca düşünülmüş üzerine. Kendi hayatından vazgeçecekmişçesine. Bir yanım anlayamıyor hâlâ. Düşüncelerini zihnimin hücrelerine yediremiyorum bir türlü. Oysa seni en iyi okuyan ben. Öyleydi. Bir zamanlar. Şimdi yirmi yaşındasın. Ama açık kitap sayfaları kapanıyor artık ya da şifreleniyor birbiri ardına, öylece. Ya da kitap tamamıyla kapanacak, belki. Uzak tanımlayacak bizi. Çünkü çok uzağa gidiyorsun Sırma. Saçların (yine) Doğu’ya yakılan türkü, bedenin köprüde öylesine sallanıveren uçuk bir eşarp olacak.



Gideceksin… Gelebilecek misin geri?



Gideceksin… Gelebilecek mi bedenin?



Ya zihnin?



Ya yüreğin?



Peki ya geri gelirsen kimin sesiyle konuşacaksın?



Yoksa titrek çığlıklarda büyüyen seste mi konuşlanacaksın?



Ya da hiçlik mi tanımlayacak geridekileri?



Yıllar öncesinden dilini çıkaran bir hiçlik… Sümüklü arsız bir çocuk sanki.




Çok değil iki saat sonra Üsküdar-Harem’den biniyorsun otobüse. Diyarbakır-Öz Silvan. Belki de hiçbir zaman kabuk bağlamamış yarana yeniden keşfe çıkıyorsun. On üç on dört yaşına, Diyarbakır’a doğru. Orada yaşadıklarına. Yürek faşistlerine. Kıyımları bir sarp kıyıya silkeleme arzusundasın. Ümit. Ümidin de artık yıl hesabı kısa çekmesi artık. Şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek. Yüzleşmek.



Çünkü bir zamanlar köyde Bahremki’deki o çocuksun sen. Taşla, toprakla, denizle, havayla, yıldızla konuşmayı çok seven, kızgın ağustos gecelerinde gizlice dama çıkarak “şehri korkutan” küçük kız! İlk sigarasını yıldızlarla yakan kız. Hayallerini dama çıkaran, ilk umutlarını da dama atan küçük kızsın. En sevdiği şehriye kesme oyununda annesinden ve komşulardan kaçarak gene soluğu damda alan Sırma. Sonra hep “damdaki kız”. Hiç görmediği ve bir gecede koca diye yanına iliştiriliveren adamdan kaçmak; üstüne üstünkörü bir iğneyle tutturulmuş eğrelti yaşama inat etmek. Damı kendine ev yapma; yıldızları çatı, havayı dört duvar örme. Susadıkça ay içme.




Bununla birlikte ay ardı ardına doğup battıkça da gelen ince zekice hesaplar. Yoksa bu hayata tutunamamak. Sayrılar. Sayıklamalar. Mide bulantıları. Neden sonra planlı bir kaçış. Köy okulundaki genç Nihal öğretmen başrolde. Bir melek, bir yardım eli ve çok güç de olsa ufak bir kamyonetin arkasında yeşil parkanın altında saatlerce, günlerce yol almak. Yeni yetme tüylerin donmak üzere, çenen ise habire titriyor. Çok zor ama Istanbul; düş değil gerçek: Nereden çıktıysa Küçükyalı diye bir semt. Küçücek ama sıcacık bir sığınak. Nihal öğretmen tayinde artık. Bu kez Giresun’da, Bulunacak’ta. Ama Nihal öğretmenin babaannesi Sırma’nın da babaannesi artık. Öz babaannesinden daha yakın aslında. Sırma’nın örselerine renkli yara bantları yapıştıran, üzerlerine muazzam pansuman yapan o müthiş kadın. Yaraların sarı marazi şapkalarını uçuran kadın. Köyüne gelen kıçı başı açık yabancı bir kızdan—muhtemelen İngiliz— gizliden gizliye dinlediği, üstüne de evlerinin damında, kendi ayrıksı masallarını yazdığı Mary Poppins—doğru mu yazdım şimdi?— gibi hissediyor Sırma. Babaanne ve Sırma. Yağmurlu günlerde el ele çıkıyosunuz sokağa, gökten düşen yağmur damlaları hızlanmaya başlayınca, babaannenin nasıl oluyor da anlamadığın çeviklikle elinin tekiyle bir topaç gibi döndürdüğü yedi renk şemsiyeye öylesine hayransın. Yo, ufaklık değilsin o zaman, on beşinde varsın, bana anlattığın bu. Ben bir sene sonra tanıdım seni. Ama biraz ötede, kendi yaşıtlarının elinde, kucağında ve karnında bebeler var. Yataklarında tanımadıkları adamların, kocamışların ekşimiş iniltileri aşağıya yukarı gidip gelirken al-ebruli acımtırak çarşaflar köy meydanına geriliyor. Bana ateş gözlerinle anlattığın bu. Aşağıdakiler yukarıdakiler oyununda acı çiğdem hırıltılara yakılan türküler ise on dörtlük on beşlik on altılık kızların yüreklerinde demir kilit vurulu. Kilidi kanırtan sen olabilmişsin—Niçin her sözcük kanlı bu yeryüzünde? Çocuk gelinliğini ne iyi bir yılan kıvraklığında sıyırabilmişsin; her şeye karşın. O yağmurlu günlerde babaannenin sana şemsiyeyi uzatmasının sihirli aksinde bir Mary Poppins’sin şimdi. “Şemsiyeyi açsam havalanır mıyım acaba?” diye soran Sırma. Hâlâ çocuksun aslında. Havalanınca her şeyin değişeceğine inanan bir çocuksun. Hiç nefes çekilmemiş, ucundan köşesinden tırtıklanmamış tertemiz havanın aynasında kendini görmeye çabalayan, kendini tıpkı bir bluz değiştirir gibi, tersinden düzüne çıkartmaya pek hevesli Sırma. Havalanabilir



Misin?



Acaba?




Şarap iyice vuruyor beni artık. Dönüp dolaşıp seni ne zaman nasıl tanıdığımı anımsıyorum. Seni tanıdığımda babaanne artık rahatsızlanmış. Sen Beşiktaş’ın arka sokaklarında, Çarşı’da De-mode butikte Nihal öğretmenin kardeşinin yanında gömlek, bluz katlamayı öğreniyorsun; müşterilere gülümsüyor “Bu likralı siyahın 40 bedeni maalesef elimizde kalmadı” diyorsun. Bana da aynı cümleyi söylemiştin, anımsar mısın?




O günden haftalar, aylar sonra açıyorsun yüreğini bana. Yine Kuzguncuk İskelesi önündeki oturduğumuz örme hasır sandalyeler arsızca sıçrayan su damlalarının ıslaklığını henüz neme hapsetmişti ki bana uzun uzun anlatıyorsun bütün hikâyeni. İnce siyah kumaş pantolonumun nemlendiğini, kalçalarımı saran çekingen ıslaklığı neden sonra hissediyorum. “Abla,” diyorsun bana. Her lafa böyle başlıyorsun o zamanlar. “Abla, baktım ki ben yapamam… İnan olsun yapamam”, “Abla, ne sen sor ne ben söyleyeyim, Hacı Murat, babam kırılmadık kemiğimi bırakmadı; bir tek Dudu Halam yardım ediyordu bana, o da saklı gizli tabii”, “Abla, Nihal öğretmen gibisi dünyaya bir kere gelir, melek o melek, mucizelere inanır mısın sen?”




İnanalım mı Sırma? İnanırdık aslında değil mi? Ne toy bir ses tonunla “Abla” diyorsun bana yıllar öncesinden. Şimdi bu koyu odadayız. Gözlerin gözlerime koyu dokunmakta.



Bir insanın kendi bedenini ne zaman, niçin, nasıl, nerede ve kime vermesi… Boyun eğen bedenler, uysal(laştırılan) bedenler ve direnen bedenler. Hangisisin sen Sırma şimdi?



Hangisiydin peki?




Özgür olmak istiyordum ben Abla, ama esir oldum. Dama çıkmayı çok seviyordum ben, ama indiriyorlardı işte… Paramız yoktu, tarlamız gitmişti, evimiz yandı, bitti. O-Halit Aga- paramızı aldı ama evin borcunun ödeneceğini söyledi. Beni borçlu çıkardılar. Beni doktora götürdüler, o geceden sonra. Sabaha kadar uyutmadığı o hırıl hırıl, inil inil geceden sonra. Domuz kokusu gibiydi ağırlığı, tövbe, tövbe… Söylemeye çalıştım, istemedim ki ben dedim, böğrüm çok acıdı dedim, bir şey oldu, çok bağırdım, vıcık vıcık ter vardı… Sonra kanadım işte! Anlamadım… Çok canım yandı çok! Çok ağır Halit Aga, 150 kilo vardır herhal! Çok pis de… Atamadım ki üstümden. Çok ağladım o gece, çok! Burnum da kanadı hem. Kanadım hep. Sonra silahlar atıldı, atın üstündeydim. Gelin oldun dediler. Sevin dediler. Niye sevineyim ki dedim. Gelin görmüştüm daha önce ben. Ama niye sevineyim ki dedim…




Senin şimdiki deyiminle “sirk gecelerinden” anımsadıklarım bunlar. Şimdiyse büyük Sırma, tasını tarağını toplayıp kurtarma operasyonuna doğru yolcu. Kafa tutacakmış, kendi gibilerini, gözü yaşlıları üfürüp kaçıracakmış. Her şeyle kızgın değneklerle yüzleşecekmiş ve sonra İstanbul’a gelecekmiş, ev açacakmış kızlara—benim yardımımla elbette. Yanık türküler bu sefer gerçekten karabasan misali ardında asılı kalacakmış semaya; herkes bakakalacakmış, gökkuşağı çıkacakmış ama yağmur yağmayacakmış artık, her akşam diren-İstanbul geceleri olacakmış.



Oysa ben haykırmak istiyorum. Sanki çekip çıkarıvereceksin onca “çocuk gelini” köylerden, kasabalardan, çağlardan. Dünya inan ki bildiğin gibi değil, çocuk demek geliyor içimden Buyur mu edecekler sana her şeyi, herkesi? Zamanın uçuş perdelerini söker gibi, al sana mı diyecekler? Götür hepsini Sırma Tanrıça kentine. Yeryüzünden binlerce öteye. Bambaşka bir yaşama, bulutlar diline, ışık diline öykünen kadınlar şehrine.




Bulamayacaksın, getiremeyeceksin onları Sırma. Bulsan da sonsuzlukta bir nokta olacak her şey. Böylesi korkuyorum. Ama direnç tohumların öylesine kök salmış ki yüreğine, öylesine ışık ışık çıkıyorsun ki kendi içinden, özün değişiyor artık. Tartımlı sesin, tartımlı adımların yıkacak çok duvar olduğunu söylüyor. Diren-sen. Damdaki küçük kızın aksinde ay tozuyla yıkanan sen. Kendi kaybında şimdi baş döndürücü biçimde efsaneleşmeye kesen sen. Hem kendine yanan yalınlığın hem etrafı yakan alevin. Seni bunun için çok seviyorum; dişi Hızır Aleyhisellam’lığın için belki de.




Valiz kapanıyor. Sözcüklerle zamana ağ germek işe yaramıyor. Su olup akıp gideceksin gidebildiğin yere. Billur cismanı bedenin benden yana bakıyor artık; ama müphem bir varoluşa asılmışsın. Derin bir sukunet içinde giderek küçülüyorsun, saatlesizleşiyorsun, zamansızlaşıyorsun. Saçından ayak tırnaklarına değin bütün hücrelerinle yıkanıyorsun, kabuk atıyorsun, tertemiz ışık diline bürünüyorsun, içindeki çocuk yara açılıyor giderek, görüyorum. Biraz daha gözlerimi kıstığımda karnında kocaman bir delik görüyorum, içinden öte taraf görünüyor, bir halka. Harf harf düşüyoruz içine ikimiz de.




Ne yapsam etsem sahip çıkamam bu ayrılık anına artık. Durduğun yerde çağlayan, kendi kendine dağlanan karaların içindeki kadınsın sen çünkü. Böyle durumlarda artık tesadüfî olmayanların peşinden gitmek, rüzgârda savrulan tuzumuzun daha da acımaması için. İçimizdeki nefret söyleminin dehşetengiz duygusundan sıyrılmak, kendi vahşetimizi de olumlayan bir kılıçtan geçirme düşü bu. Kanlı ülkeler, kanlı tarihler, kanlı günler, yaslar, yaralar…



Hepsi bir şekilde kabuk bağlar; ama hiçbir zaman kurumaz içleri.



“Kuruyup da pul pul dökülmedin ki sen Sırma” deyiverdim birden kendimi tutamayıp. Kapının eşğindeyiz.



“Tek başına olmak ölümdür abla.” diyorsun minik harflerle.



Kapatıyoruz kapıyı ardımızdan. İniyoruz merdivenleri usulca.



Vedalaşmadan ayrılıyoruz.



Bu kez sabaha karşı turuncuda kırk kilit vuruluyor üstümüze.
















Hiç yorum yok: